Bahçe duvarları öylesine yüksek ki aşmak sözde olanaksız duruyor. Kalın, upuzun, uçları sivri mızraklar gibi demir parmaklıklar. Beş on metrede bir sensörlü kameralar yerleştirilmiş. Bahçenin iç yanında elinde fenerle bekçi devriyede. Hah, aptallar! Benim içeriye girmemi bu dandik engellerle önleyebileceklerini sanıyorlar. Ne kadar azimli olduğumdan haberleri yok anlaşılan. Ne kadar bilgili ve hünerli olduğumdan. Bu duvarları defalarca turladım. Ne eksik ne fazla, tam gerektiği kadar. Çünkü benim için tek bir ideal sayı var. O sayıya varınca durdum. Araştırmamın sonucunda şu bilgilere ulaştım:
Parmaklıkların çam ağaçları barındıran tarafında kesinlikle ölü bir bölge var. Ağaçların büyüyebildiğini hesap etmeyen güvenlik şirketinin zaafı sağ olsun, iki dal arasındaki alanın kameralarla algılanması olanaksız. Parmaklıkların ucuna atılacak kalın bir halat iş görür. Zaten o mızrak uçlar ne işe yarar hiç anlamamışımdır. Aralarına el ayak koyabildikten sonra nasıl tesir edebilirler ki? Anca yukarıdan üzerilerine düşmek gerekir ki eğer onların yukarısından gidebiliyorsak uçabiliyoruz da demektir bu ve alıklarla balıklar dışında kimse uçarken gelip o mızraklara saplanmaz. Hoş, balıklar da uçamaz. Bazılarının uçtuğu rivayet edilir ya ben hiç gökyüzünde görmedim, o yüzden bu bir safsatadır.
Evet, ne anlatıyordum? Araştırma sonuçlarımı, değil mi, evet. Gelelim bekçi efendiye. Kurulmuş saat gibi her seferinde iki tur atıyor, sonra kulübesine girip kahveyle sigara içiyor. Robot koysalar daha rastlantısal davranabilirdi bu sarsak heriften. Neyse, sonuçta onun semeliği benim işime yarıyor. Parmaklıkları ve bekçiyi kolayca aştığımızı varsayıyorum. Ama bahçede gezinen köpekler olabilir. Çoğu yer karanlık olduğu için bu konuda fikrim yok. Kıvançla malikane kapısına varacağım sıra ümüğüme itin tekinin atılmasını istemem. O yüzden ceplerime çöpten topladığım pirzola kemiklerini doldurdum. Kuzu galiba. Kayışlaşmıştı ama yağlı kısımları üzerindeydi hâlâ. Etin hepsini yemedim elbette, siz beni ne sanıyorsunuz? Köpeklere bıraktım çoğunu. O it kafalıları kolayca kandırabileceğim böylece. Yalnız onlara gelmeden önce üstünde durulması gereken daha önemli bir sorun var. Bahçeye girince hangi yolu izlemeli. Seçenekler şunlar:
Sol tarafta karanlık, kocaman süs havuzunun çevresindeki yosunlu kayaların üzerinden geçilerek gidilebilecek, berelenme ve yüzme bilmediğim için hatta boğulma riski taşıyan maceralı yol var. Sağ tarafta çiçeklerle, özellikle de dikenli güllerle dolu tarhlar, bostanlar barındıran, hafif aydınlık, bekçinin devriyesi sırasında mutlak geçtiği patika var. Ortada çift yanlı lambalarla iyice aydınlatılmış ana giriş asfaltı ve devamında kocaman bir fıskiyeli havuz var. Bu ana girişin orada herhangi bir kamera sistemi, ek güvenlik önlemi var mı bunu kestirmek dışarıdan epey zor. Aslında bir ara aklıma şahane bir fikir gelmişti. Bir biçimde malikaneye girip tüm gizleri ortaya çıkaracak yapı planlarını bulacak ve sonra bunları kullanarak malikaneye elimi kolumu sallayarak girebilecektim. Neyse ki son anda fark etttim planımda bir tutarsızlık olduğunu. Okuma yazmayı rakamlar dışında zar zor becerebildiğim için neyi araklamam gerektiğinden emin olamayacaktım bir türlü. Ya yanlış bir evin haritasını alıp çıkarsam, o zaman ne olacaktı? Malikaneye yeniden girip varmak istediğim yere ulaşamadan yakalanacaktım. Hah, olanaksız bu! Beni yakalayabilecek düzeyde zekâlar daha anasının karnından doğmadı. O yüzden şu anki planıma bağlı kalmak yeter de artar. Ama hangi yoldan gidebileceğime hâlâ karar verememiştik.
En ideali tarhların, bostanların arasından sürünmek. Evet, bekçinin her an gelme riski var. Yine de orayı teftiş ettikten sonra kısa süre içinde yeniden gelmesi çok düşük bir olasılık. Kaç gecedir gözlüyorum bu malikaneyi. İdeal sayım kadar, ne eksik ne fazla. O geceler boyunca bir kez olsun değişmedi bekçinin devriye tavrı. Toplamda bir saat süren, ağır ağır atılmış iki tur ve kokusu ta buralara kadar gelen kıvamlı bir kahve. Tek değişen kahvenin yanında tükettiği sigara miktarıydı. Bazen dört içiyor bazen altı. Tiriyaki olduğu belli ama bu sayıyı neye göre belirliyor onu çözemedim. Belki malikaneye girdikten sonra bahçeye geri çıkıp bunu öğrenir ve binaya yeniden girerim. Sonuçta çözümlenmesi gereken önemli bir konu bu. Sayılar. Herkes için olduğu gibi benim için de aşırı önemlidirler. Her eylem belli sayıyla özdeştir, değil mi? Hatta her kişinin net karşılığı olan bir sayı kümesi bile vardır. Örneğin bu malikanenin numarası da benim ideal sayımla aynı. Giriş kapısının üzerinde kocaman, boyası dökülmüş rakamlarla yazıyor. Bu kadar tesadüf nasıl olur diyeceksiniz, hah, demeyin. Sayıları dikkatli bir biçimde, ama gerçekten tüm benliğinizle irdelerseniz onlarda geleceğinizi rahatlıkla görebilirsiniz. Benim bütünsel kişilik sayımsa ideal sayımın karesinin iki katının iki fazlası olduğu için bu malikaneye girmenin benim kaderimde olduğunu keşfetmem kolay oldu. Ama diğerleri için bu keşifleri yapmak müthiş zordur. Ben yıllarımı verdim bu konuda, kendimi eğittim, liyakat sahibi oldum. Tabii benim erdemlerim ve tekâmül düzeyim şu an ana konumuz değil. Halatı mızraklara attık ve bahçenin iç tarafına girmek üzereyiz ama ondan sonra gitmemiz gereken yolu bir türlü bulamıyoruz.
Tarhlı bostanlı yolda bekçiyle rastlaşmayacağımız konusunda hemfikiriz herhalde. Tamam da asıl sorun bu değil ki! Bitkilerin beni dalamasından ve böcek ısırıklarından nefret ederim. Bir de uğur böceklerinden acayip tırsarım ama orada onların olup olmayacaklarını bilmiyoruz zaten. Yine de bu riski alabileceğimi hiç sanmıyorum. Dalanmış teninizi tam gereken sayı kadar defalarca alkollü bezle sildiniz mi siz hiç? Acısı gittikçe kanıksanır sanıyorsunuz ama iş hiç öyle değil. Çünkü bezi her dokundurduktan sonra aynı miktarda üflemek gerekiyor bir de. Bu yüzden ideal sayımın karesinden oluşan bir eylem silsilesi gerekiyor ki hatırlatırım bu sayı benim yükselenimdir.
Sonuç olarak boğulma ve dalanma risklerini göze alamadığım için sağ ve sol seçenekleri elemek zorunda kalıyoruz. Böylece geliyoruz zurnanın zırt dediği yere. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, oldukça yetenekli olmama karşın bugüne kadar hiç müzik aleti kullanamadım. Çünkü ne notalarda ne oktavlarda aradığım sayının karşılığını bulabildim. Evet, bana gereken birim kadar parçalar mevcut, yalnız anımsatırım ki her notaya aynı sayıda basılması gerekiyor, toplamda değil. E böyle olunca virtüözlükten ve bestekârlıktan vazgeçtim. Zaten herhangi bir müzik aleti çalsaydım da şu anki amacıma yönelik bir yardımı dokunmazdı. Tam tersine bekçinin dikkatini çekeceği için kıskıvrak yakalanıverirdim. Elinde bançosuyla gece vakti dolaşan biri, hah, deli sanarlardı beni. Neyse ki yanımda hiç müzik aleti getirmedim. Aptallık olurdu, çalmasam bile tıngırdayıverirdi.
Evet, sanatı bir kenara bırakalım ve ana konumuza dönelim. Bu gevezelik sırasında mızraklı duvarları kolayca aşıp çoktan bahçeye girdik bile. Aslında şu an durduğumuz yer epey açıklık, yakalanmaya davetiye çıkarıyoruz. Bahçenin dev ana giriş kapısının kıyısı. Büyük çam ağacının altında durduğumuz için gölgedeyiz ama hangi yöne gidersek gidelim aydınlığa çıkmak zorunda kalacağız. Asfalt bolca ışıklı, ötesindeki görkemli fıskıyeli çeşme daha da parıl parıl. Malikanenin giriş kapısından hiç söz etmek istemiyorum, sanırsınız geceleri güneş orada uyukluyor. Bu durumsa içeri girme isteğimi körükledikçe körüklüyor. İçerideki şatafatı, zenginliği, zevkisefayı, refahı, dinginliği; bu ışıl ışıl kapılar beni mest ediyor. Koşmaya başlıyorum. Çok uzun zamandır açlıktan kırılan bir hayvanın etli butlu bir ava atılması gibi fırlıyorum. Bu yolda kameralar olsa dahi beni seçebilmeleri olanaksız, hızıma ışık bile yetişemiyor. Lambalar başlarını eğerek beni saygıyla selamlıyor. Fıskıyeli havuzun ortasındaki kırık dökük kadın heykeli kollarını açmış beni kucaklamak için bekliyor. Ha ha! Çok bekler, işim var işim tatlım. Sonunda varabildiğim şu kapıyı bir an önce açmam gerekiyor. Doğal olarak kilitli, ama sorun değil. Maymuncuğumu çıkarıyorum. Minik maymun kafaları biçimli bir sürü anahtarlığa takılı aleti kullanmak biraz uzun sürüyor, kilidi açmış olsam da gereken dönüş turu sayısına ulaşmak için yuvanın içinde döndürdükçe döndürüyorum. Ohh, diyorum ve rahatlıyorum. Sessizce içeri kayıyorum.
Ortalık loş, girişin hemen karşısındaki banko boş gibi. Etrafı kolaçan edip yavaş adımlarla ilerliyorum. Yavaş olmak zorundayım çünkü zemin siyah beyaz damalı karolardan oluşuyor. Beyaz olanlara kesinlikle basmamak gerekiyor, garanti alarm çalar. Bu kadar sakınımlı olmak gerçekten zorlayıcı. Devriye atan görevlileri kolla, ses çıkarma, beyazlara basma ve bir de üstüne üstlük kaşıntısı tutan burnunun ucunu gerekli sayıya ulaşana kadar hart hart kaşı. Olsun, liyakat sahibi insanların ortak özelliğidir bu, çoklu zorlukların altından bir biçimde kalkabilmek. Ben de üstesinden geliyorum tüm engellerin ve evet, aradığım koridorun kapısına varıyorum.
Doğal olarak kapısı kilitli ve burada maymuncuklarım işlevsiz. Kod girmeniz gereken bir panel var duvarda. Gizli bir kod. Hah! Bilmediğimi sanıyor andavallar. Benim gibi bir sayılar peygamberi için çocuk oyuncağı. Bip bip bip bip! Ve içerideyiz işte!
Görüp görebileceğiniz en güzel koridor bu. Mum biçimli kızıl duvar lambaları, titrek ışıklarıyla akşamları melankolik bir ambiyans sağlar. Önünden geçtiğimiz şu demir kapıların ardından yayılan şarkılar koridoru armonik ezgilerle doldurur. Zemine yaklaşınca çamaşır suyuyla sidik kokusu gelir ekşi ekşi ama olsun, bolca püskürtülmüş çiçekli oda spreylerinin tatlı rayihaları onu bastırır. Aniden duyulan sopranoların ya da basbaritonların keskin aryalarıysa insanı mest eder. Yine de hülyalara dalmadan ilerleyişimi sürdürüyorum.
Bazı kapılar açık, yat borusu ötmemiş demek ki. Berimdeki kadın kapısının eşiğinde durmuş, etekliğini aralamış, kendi çişini içmeye çalışıyor. Pasaklı teşne! Bir kere bana da ikram etmişti. Size söylüyorum, iğrenç bir tat, sakın denemeyin. Şimdi önünden geçmekte olduğum adamsa tam bir zırdeli. Yerinde hafif hafif sallanarak gözünü tavandaki örümcek ağına dikmiş. Saatlerce bakar durur oraya, artık ne buluyorsa. Belki bir portal ya da kara delik, hiç bilemiyorum. Az ötedeki tahta kapılı odadansa kesinlikle uzak durmanızı öneririm. Şşşt, çok sessiz olun! Orada ifritler var. Geceleri düzgün uyumayanları sabaha kalmadan yiyorlarmış ya neyse ki benim böyle önemli bir uyku sorunum yok. Tahtaya vurun tahtaya. Tam gereken sayı kadar ama. Ah, şu an önünden geçtiğim odadaysa en belalı kişi istirahat ediyor. Civarından geçerken bir biçimde yanlışlıkla ona bakarsanız hemen dibinize kadar girip burnunuzu, kulaklarınızı ısırmaya çalışır. Hatta bir keresinde ben tam kaçarken ayağımdan yakalamış ve serçe parmağımı dişlemişti. Az daha koparıyordu pezevenk. Ben de delirmiş, onun gözüne baş parmağımı sokmuştum. Hah, riyakâr görevliler bu işte beni kusurlu bulmuş, elektrik ziyafetine göndermişlerdi. Siz hiç tatmadınız değil mi öyle bir ziyafeti? Betimlemesi çok zordur. Dışarıdan gözüktüğü gibi korkunç falan değildir aslında. Bir anda kendinizi sayısız rengin iç içe aktığı devasa bir okyanusta bulursunuz. O renklerin sesleri, kokuları, tatları bile vardır. Konuşurlar sizinle, bir an olsun susmadan anlatırlar da anlatırlar. Evrenin sırlarından insanlığın anlamına kadar çeşitli konularda. Ama o anlatılanları mantığınızla idrak etmezsiniz, az önce belirttiğim gibi, tüm duyularınız işin içindedir. Tatlarına bakarsınız, koklarsınız ve hakkıyla alımlarsınız. İşte ben de ideal sayımın gizemine ilk olarak böyle eriştim. Kendime gelince araştırmalarımı derinleştirdim. A ha! Hazinelerimin bulunduğu oda az ötemizde duruyor! Ama beklemem gerekiyor, soluk bile almamam.
Koridorun sonundaki kapının ardında iki görevli var. Kapı pencerelerinden iki yanlı olarak kadınların topuzlu başlarını, sessizce kıkırdamalarını görüyorum. Bu yana gelirlerse işim biter, bunca çaba bir anda boşa gider. Kalp atışlarıma odaklanarak sakinleşmeye çalışıyorum. Tahmin edebileceğiniz sayıya indirmeye çalışıyorum atımını, ne bir eksik olmalı ne bir fazla. Ben bunu başardığım anda kapının arkasındaki kadınlar yok oluyorlar. Yayından fırlamış bir ok gibi az ötemde beni bekleyen odama atılıyorum. Ah evet, kapısı açık, her yan bıraktığım biçimde beni bekliyor!
Kapıyı içeriden kapamak emin olun oldukça meşakkatli, rezeler öyle bir gıcırdıyor ki sanırsınız malikane geriniyor. Diğer seslerin arasında galiba pek dikkat çekmiyor, odama telaşlı telaşlı gelen giden olmuyor. Yıllardır beni bağrına basan yuvamla baş başa kalıyoruz sonunda. Ciğerparem, hâlâ aynı sıcaklıkta. Hızla etajere seğirtiyor, alt çekmecesini açıyorum. Yıllar içerisinde tek tek özenerek topladığım değişik renklerdeki kılları sayıyorum. Ohh, yaşasın, hepsi burada! Neyse ki hazinelerimi kimse yağmalamaya kalkmamış. Biricik somyam, yumuşacık yatağım özlemle beni bekliyor artık. Ayak tarafındaki demir başlığa zıplıyorum, pike yaparak onlarla kucaklaşıyorum. Güzel yastığım, buram buram ben kokuyor. Penceredeki demirlerin arasından gözüken tabeladaki uyarı yazısını her zamanki neşemle ağır ağır okuyorum: Kıııl Taaa-neee-si. Bütün kıllar yerli yerinde, merak etme bir tanesi.
Ohh, huzur içindeyim, mestlikten eriyorum. Yine de uyuyabilmek için minik çitlerin üzerinden atlayan farklı hayvan türleri saymam gerekiyor. Gözlerimi kapıyorum, saymaya başlıyorum:
Altın renkli kurbağa. Yılan boyunlu tosbağa. Mızrak burunlu yarasa. Ah ne iyi ettim de geri geldim. Bir daha… Neyse, yoruldum artık. Kızıl ağızlı peygamber devesi. Ak sırtlı köpüren gece sineği. Uç uç böceği…