Ah şu mükemmeli arama duygusu! Sözcüklerin, cümlelerin, metinlerin mükemmeli farklı, düşüncelerin mükemmeli farklı. Düşüncenin mükemmeli olabilir mi emin değilim ama düşünme ediminin kesin olur diyebilirim. Düşünmenin sistematiği olur, disiplini olur ve bunu mükemmel bir şekilde organize edebilirsin. Zaten felsefe bilimi de bunun gereklerini, yöntemlerini gösteren bir bilim dalı değil midir? Ortaya çıkan düşünce ürününün nitelikli veya işe yarar olup olmaması farklı bir konudur. İnsan hep mükemmele doğru yola çıkar. Karşısına çıkan kıta her zaman istediği kıta olmayabilir. Ümit burnu diye çıkar yola adını bile bilmediği koca bir kıtadır karşısındaki.
Edebiyatta bunun örnekleri vardır. Güçlü bir romana oturur yazar, düşündüğü notları vardır, onları duvarına asar, ajandasına, defterine yazar. Tema bellidir, konu bellidir, karakter bellidir, kurgu da kafasında tam oturmuştur, ama ortaya çıkan ürün berbat bir dil ve metindir. Tam bir çöptür. Sonunu getirmeye çabalamak büyük zaman kaybıdır.
Öyküde, bir an, bir olay, bir ışık, bir karakter sizi öyküye çağırır heyecanla oturursunuz yazının başına. Yazarsınız öykünüzü. Ortaya çıkan ürün ne düşündüğünüz öyküye yakın olmuştur ne de beğeneceğiniz öyküye… İnsanın kafasındaki öykü düşüncesi ile yazarken ki öykü düşüncesi farklılaşabilir ve hatta bitince bambaşka bir öykü sizi karşılayabilir. Aslında olağandır tüm bunlar.
Burada önemli olan husus metnin farklılaşması değil; yazılanın mükemmel sanılması, mükemmel olarak sunulması. İşte düşündüklerim burada ortaya çıkıyor, karıncalanma burada başlıyor. Öykü olamamış yüzlerce öykü, basılı ve sanal yayın ortamlarında dolaşmakta. Dolaşmasında sıkıntı yok elbette. ‘Mükemmel’ diye dolaşınca, ikinci, üçüncü baskılarına ulaşınca düşüncelerim kurtlanıyor. Sorun benim mükemmel algımda mı? Öykü anlayışımda mı bir sıkıntı var acaba? Böyle bir olasılık tabii ki olabilir. Bunu bir tarafa koyuyorum. Yine de şunu düşünmeyelim mi; Sait Faik, Memduh Şevket Esendal, Orhan Kemal, Vüsat O.Bener, Çehov, Hemingway, Cortazar gibi ustaları okumayanların, bu kapıları açmayan öykücülerin mükemmel öykülere ulaşabileceklerini sanmaları sizce de büyük yanılgı değil mi?
Bu yazıdaki mükemmellik vurgusu hedef olması açısından sık tekrarlanan bir sözcüğe dönüştü. Sanatta, özelde edebiyatta, mükemmel diye bir kavram olmadığını tekrarlamakta yarar var. O, ütopik bir çıta; günümüzde her yazarın üstünden rahatça atladığı (!)
Çiyil Kurtuluş’un Kasırga ve Yabanmersinleri* öykü kitabını okuduğumda yukarıda yazdıklarım çerçevesinde uzun süre düşündüm. Çünkü sosyal medyada sıkça görünmeye başlamıştı. Kendisi ve kitabı hakkında yazıları sık okumaya başlamıştım. Ne yazık ki bu tür paylaşımlar kitabı geç okumama sebep oldu. Şu rüzgar bir dinsin hele, diyordum, kendi kendime. Bir taraftan da onun bu tür yazılara hep alçak gönüllü tavır takındığını, görünür olma kaygısından uzak durduğunu gözlemliyordum. Benim için de kitaba ulaşma ve okuma süresini kısaltan da işte bu oldu.
Kitapla ilgili görüşlerime başlamadan, sıklıkla dile getirdiğim “iyi öykü kitabı” ile ilgili görüşümü yenilemek isterim: Bir öykü kitabını elinizden bırakmadan bitirmek istiyorsanız ve bitiriyorsanız, o kitap iyi bir öykü kitabıdır. Öyküleri sindire sindire bir yandan da hiç bitmesin diyerek okuyorsanız bana göre o öyküler iyi öykülerdir. Size öykü düşündüren, öykü yazma isteği uyandıran öyküler yine öyledir. Herkesin beğeni analizleri farklı olabilir, benimkiler bunlar.
Kitaptaki on dokuz öykünün hepsi olması gereken kısalıkta ve sadelikte. Bu etkenler, kitabın rahat ve keyifli okunmasına sebep oluyor. Baştan belirtmekte yarar var; bazı öykülerle vedalaşıp kitaba almasa, kitap on beş, on altı öyküyle çıksa, ilk kitabıyla “mükemmele” daha yaklaşmış olacaktı, Çiyil. İlk kitapların ortak özelliğidir belki de bazı öykülerimizden vazgeçemeyiz. Bazen sonraki kitaplarımıza da sirayet eder bu hastalık. Bu gün hemen hemen her yazarın kitabında nazar boncuğu diye nitelenen öyküler vardır, bu da bence normaldir.
Çiyil kitabında karakterleri öyle sahici kılmış ki kitaptan çıkıverircesine, onlara dokunurcasına okuyorsunuz tüm öyküleri. Diyaloglardaki başarısı Orhan Kemal’in, Hemingway’in metinlerini çok iyi okuduğunu gösteriyor bize. Çok iyi okumaları olmayan bir öykücünün kurabileceği diyaloglar değil. Eksiği de fazlası da yok. Olması gereken kadar. Öyküde olması gerekeni bulmak önemli. Buna bir tek yazarın kendisi karar verebilir. Her yazar kendi şakûlünü kendi oluşturmak zorundadır. Çiyil bunu öykülerinde ustalıkla yapmış. Sadece diyaloglarında değil. Kurduğu her cümle için bunu söyleyebiliyorsunuz. Cümleleri sade, sahici ve kısa. Bu üç kavrama ulaşmak olmalı biraz da öykücünün amacı. Kısalıktan çok emin değilim. Kimileri uzun cümlelerin daha bilgece, daha iyi “edebiyat ” olduğunu düşündüğünden olsa gerek, uzun cümleleri yeğleyebiliyorlar. Ben öyküde kısa cümlelerin daha vurucu, daha sahici olduğunu düşünüyorum. Bu da okurların öykülerden aldığı hazza göre değişir.
Andaç öyküsü daha başlangıçta sarar sizi. Her tren yolculuğunun sarması gibi. Bir kadın ve bir erkek vardır. Erkek Murat’tır, kadının ismini bilmeyiz, o bulmaca çözer. Acılıdır kadın; votkasını içen, bulmacasına gömülen, günlerdir uyumayandır o. Bize hissettirir yazar nedenlerini, söylemez. Sonlara doğru adamın da acıları olduğunu hissederiz, onunkine benzeyen acılar belki de. Sembolleştirerek, metafor kullanarak yapar; “Sehpada duran şu kitap, sonra aynısından, bu odadan bir tane daha (bir tane yerine, bir adet sanki daha iyi olurdu: m.d.), bir kadın, iki kadın, dışarda, camda, baktığı yerde. Ortada boşluk, sonra bir adam, seyrediyor. Kadın uyuyor. Ona ihtiyaca var.” Kadın-erkek ilişkisini söylemeden anlatmanın yoludur, bu öykü. Başkalarının merak ettiği gibi sonu olan bir öykü de değildir ama sade, sahici ve kısadır. Ben bu öyküyü çok sevdim.
Kasırga ve Yabanmersinleri’nde yaklaşmakta olan bir kasırga anlatılır. Nerede olduğu önemli değilse de öyküde yer ve bölge de verilir. Yaklaşmakta olan bir kasırga vardır. Evde bir kadın, bir erkek, daha sonra gelen davetsiz misafir. Başbaşa geçirilecek ortamı bozan birisidir ve kaldıkları evin sahibini de tanıyordur. Bir gecelik zaman dilimidir fiziki zaman. Anlatılan bölge, kişiler yabancıdır ama sahicilik dozu öyle ayarlanmıştır ki o atmosferin içerisine gireriz. Bazen öyle olur, anlatılan öykü bize uzaktır ama sarar bizi, haz alırız öyküden. Bir öykünün niteliğini belirleyen en önemli unsurlardan birisidir öykünün atmosferi. Öykünün atmosferi bizi öyküye çeker veya bizi öyküden uzaklaştırır. Kitaba adını veren öykü, bizden uzak olan coğrafya ve doğa koşullarında, onlardan bağımsız, bizi yani insan ilişkilerimizi anlatır.
Amacım öyküleri tek tek irdelemek değil. Onu başkaları yapsın. Yapılmıştır da. Kitabın omurgası/ekseni insan ilişkilerinin inişleri çıkışlarıdır. Kadınlar var erkekler var kitapta. İçinde bulunduğumuz kentin kentsoylu (burjuva-küçük burjuva) insanları var. Karakterlerin sahici olması, atmosferin görünür olması kitaptan başımızı kaldırmamızı engelliyor. Sadece sosyal medyanın olanaklarıyla tanıdığım Çiyil Kurtuluş, bu kitaptan sonra öyküde kalır mı (tiyatro oyunu, senaryo yazarlığı v.s.) bilemiyorum; ne yazsa okuyacağım diyemiyorum ama öykü yazarsa mutlaka okuyacağım diyorum.
Sevgiyle kalın…
*Çiyil Kurtuluş, Kasıga ve Yabanmersinleri, Dedalus Yayınları, 2017.