Sanatın ne olduğu ya da olmadığı üzerine birçok fikir üretilebilir. Algılayıcının algı derinliğinden, yapıtın form niteliklerine kadar birçok unsur bu fikirlerin payandası olabilir. Yani mutlak anlamda bir spekülasyon veya görecelik söz konusu her durumda. Kuramsal düşüncenin gelişimi görecelik oranını ve spekülasyonu olabildiğince artırıyor. Sanat değerinin ne olduğu, artık muğlak bir soru. Ancak hayat ve doğa boşluk kabul etmez. Dolayısıyla değer niteliğinin yerine başka olguların ikamesi kaçınılmazdır. Özellikle günümüz kapitalist dünyasında, artık sanat değeri “out”, satış “in”’dir. Satışın neredeyse kutsallaştırılması, kapitalist tüketim dizgesinin mutlak buyruğudur. Peki, sanat ve sanatçılar bu buyruğa biat etmek zorunda mı?
Romantik, an’ın kolektif ruhuna aykırı ve moda dışı bir refleksle “hayır” demek, sorunu görmezden gelmeyle eş değerde. Çünkü olgular, bu biatın ve boyun eğmenin mutlak anlamda gerçekleştiğini gösteriyor. Artık tüketime ve satışa endeksli bir halihazır güncel sanat var. Sanat, bir tür sanat piyasası enstrümanına dönüştü ve satışın, rantın dışında değer belirleyen bir ölçüt de yok. Çağdaşımız olmayan ya da “çağdışı” sanatçıların yapıta odaklı yaratıcı edimleri arkaik bir parodi olarak algılanıyor. Artık kimse sanatçının bir derdi olmasından ve varoluşundaki bu derdi dışa vurmasından söz etmiyor. Tutku ya da trajik bir varlık meselesi de gündemde değil. Kimse Cezanne’in Sainte Victoire Dağı’nı defalarca, 45 adet suluboya ve 36 adet yağlıboya, resmetmesini, Modigliani’nin karısının rahatsızlığında ilaç almak için kafelerde çizip masalara bıraktığı desenlerini, tek bir tablo satamamış “deli” ressam Van Gogh’un bir buğday tarlasında kargalarla paylaştığı ölümcül gerilimi, Morandi’nin kutularıyla yaşadığı saplantılı varlık deneyimini ya da bir yazımızda andığımız Mart Rothko’nun reddiyesini umursamıyor ve merak da etmiyor. Bir kez daha anımsatalım, çünkü tam zamanıdır:
“Bütün yaratıcı çabası ve verimi, sanatçının varoluşundaki trajik unsura kapanmıştır. Dolayısıyla Rothko’nun resimleri insanlık durumunun, insanın var olma çabasının, ben’e içkin ontolojik kaosun, entropinin, ölümün, boşluğun ve unutuşun kalbinde, derdi olan, huzursuz insanların kederine dair plastik görünürlüklerdir. Four Seasons işini reddettiği açıklamasında, “orada yemek yiyen bütün zengin piçlerinin, yediklerini çıkarmalarını istediğini” öfkeyle vurgulaması, sanatçının yaratıcı verimi ile resimlerinin olası varış yerlerindeki banalliğe karşı duyumsadığı öfkenin en net ifadesi sayılsa gerektir. Nitekim Rothko, bu çelişkinin artırdığı huzursuzluğuyla kendisine ödenen “35.000 $” iade etmiş ve resimlerinin Four Seasons’ın duvarlarına asılmasını reddetmiştir.”
Kesinlikle bir deli ve akıl hastasıydı Rothko. On binlerce doları reddetmek, başka nasıl açıklanabilir ki? Asıl trajik olan ise varoluşlarındaki trajik yükü bu kadar yoğun olan sanatçıların verimlerinin, sanat piyasasında ve günümüz simsarlarınca acımasızca pazarlanması, tek bir tablo satamayan Van Gogh’un tablolarının güncel piyasada satış rekorları kırmasındadır. Peki, ne oldu da bu milyon dolarlık satışlar an itibariyle gerçekleşebilmekte?
Uzun zamandır kendi kendime sorup duruyordum; adına “çağdaş sanat” denilen, bienal ve comtempoary sergilemeleriyle sunulan “iş”lerle neden bir ilişki kuramıyor, anlamlandırma yapamıyorum diye. Galiba sorun bendeydi. Herkes çılgınlar gibi bu sergilemelere koşarken, ben köşeme çekilip ‘bir sanat yapıtının sayfalarca izaha, ek bilgilendirmeye neden ihtiyacı olsun?’ veya ‘küratör denen buyurganın buyurmasıyla nasıl olup da sanat üretilebilir?’ sorularını kendime sorup duruyorum. Galiba sadece ben “anlamıyor” ya da “algılayamıyorum” çağdaş sanatı ve en korkuncu da çağdışı kalmış olma korkusuydu. Ancak artık çok rahatladım. Geçen günlerde okuduğum bir gazete haberi her şeyi güneş gibi aydınlattı. Cumhuriyet Gazetesinin 14 Eylül 2017 nüshasında, Emrah Kolukısa’nın 12.Contempoary’i odak alan “Algı değişecek” başlıklı haberiydi söz konusu olan. Sayın Kolukısa, CI Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli ile söyleşi yapmış ve ana fikir “İyi fuar, iyi satış yapan fuardır!” şeklinde özetlenmişti. Bu haber ve içerikteki savlar sayesinde her şey aydınlığa kavuşuyordu. Nasıl mı?
Aslolan ve tek kural, satış’tı. Bir “sanat fuarının iyiliği” satış, yani bilançoya bakarak nitelendirilebilirdi. Dolayısıyla değişim değeri tek ve mutlak belirleyici güçtü. Zaten fuar denilen organizasyon lügatte “Belli zamanlarda, belli yerlerde ticari mal sergilemek amacıyla açılan büyük sergi.(T.D.K Sözlüğü)” olarak tanımlanıyordu. O halde bir sorun ya da soru kalmamıştı. 12.Contempoary’i bir fuardı ve orada “ticari mallar” sergilenecek ve satılacaktı. Dolayısıyla satışın iyi olması da fuarın, iyi bir fuar olduğunun göstergesiydi. Hayatın doğal akışına ve mantığına uygun bu durum neden yadırganabilirdi ki?
Oysa ben, çok ama çok yadırgamıştım. Bir kere sanat ticaretle, sanat yapıtı da ticari mal ile eşleniyordu. Sanatçı ise ticari mal üreten bir üreticiye dönüşüyordu. Kendi içinde tutarlı bu dizge, sanatı hayatın ve insanın hakikati ve bu hakikatin dışavurumu olarak gören ben’ler için oldukça sorunluydu. Hatta bir tür aşağılanmayı, metaya dönüşmeyi içeriyordu. Bütün bir sanat kuramı, sanat yapıtlarını irdeleyen düşünce ekolleri ve estetik teori bir şekilde meta kültürüne kurban ediliyor, hatta çöpe atılıyordu. Tek ölçüt satış olunca, “yapıt” ticari mala dönüşünce, “Sat da nasıl satarsan sat!” dışında bir kural ve öneri kalmıyordu. Bu durumun sanatın olması gereken aurasıyla, yüksek kültürle, estetik değerlerle, derin yapıyla hiçbir alakası, ilgisi yoktu. Ama adına yine de sanat deniyordu. Bir araba fuarının başarı ölçütü ile sanat fuarının ölçütü eşlenmiş ve eşitlenmiş olmuyor muydu? Yani elma ile armudu toplasak çilek oluşabilir miydi? Ya da daha çok satış arzulayan bir inşaat şirketinin beton bloklarından başka bir anlamı olabilir miydi bu satış yüceltisinin?
Şimdi tersten bakalım ve bir analoji kuralım: Sahra altı Afrika’da ve “açlık” sorunu olan birçok ülkede; yani başta bebekler ve çocuklar ve sonrada anne babalar açlıktan ölürken, bu ülkelerdeki çok uluslu şirketlerin gazlı içecek satışlarının artırılması ve bu artımı sağlayan PR şirketlerinin satış başarısını, ticari övüncünü nasıl değerlendireceğiz. Satış var; o halde iyi bir şey yapılıyor mu, diyeceğiz. Ya da insanlar açlıktan ölürken gazlı içecek satmanın yollarını aramanın etik, insani yönlerini mi tartışacağız? O gazlı içecek satan şirketlerin çok başarılı ve kıymetli CEO’ları bu sorularımıza lütfedip yanıt verecek mi?
Neyse… İstanbul’umuzun göz bebeği olan o kıymetli fuarda “bilirkişi” olarak boy gösteren, uzatılan mikrofonlara hamasetle ve heyecanla yorumlar yapanları, galerilerin pavyonlarında işlerini satmaya çalışan “sanatçıları”, ezcümle bütün malları ve ticari mal üreticilerini saygıyla selamlıyorum. Her şeyin ölçütünün satış olmadığını, ne zaman ve nasıl anlayacak, algılayacak yurdumun münevverleri ve sanat erbabı, bunu da çok merak ediyorum.
Sözlerimi kişisel bir ilençle bitireyim: Fuarlarda, galerilerde, orda burada on binlerce dolara alım satım yapılırken, sanatın neliği üzerine düşünce üretilmesine en küçük bir katkı sunmayanları, “satmaz” diyerek eleştiri ve kuram kitapları basmayan ya da bildik adların dışında yeni düşünceler üretmek isteyenlerin azmini kırma ustası yayıncılarımızı da saygıyla selamlıyorum.
Beyler ve Bayanlar; bir Yüksel Arslan var ve onun yarattığı Arture Sanatı üzerine yazılmış, an itibariyle tek telif kitap dosyası hala bir yayıncı bulamadı!.. Sevgili koleksiyonerlerimiz, on binlerce dolar verip edindiğiniz Arture’ler size neyi gösteriyor merak etmez misiniz? Değişim değerinin dışında da değerler var, acaba farkında mısınız?
Söz’ün bittiği yerde çığlığın anlamı ne olabilir ki?
Her şeyin alınıp satıldığı bu çağda meta üretmenin ve satışın dışında bir değer ya da inanç kalmış mıdır?
Malların serbest dolaşım rejimi hangi iktisatçının önermesidir?
Ama…
Elbet bir gün bu dosya basılacak…
Elbet bir gün satışı odak almayan ve İnsan’la sanatı buluşturan sanatsal sunumlar yapılacak…
Elbet bir gün sahra altı Afrika’da açlık çeken insanlara gazlı içecek satmaya çalışmanın utancı yerle bir edecek sizin nöromarketing biliminizi…
Elbet bir gün…