BU ŞEHİRDE YAŞAMAK AYRICALIK OLMALI – Esme ARAS

“Ve birden kafana dank eder: Buraya ait değilsin sen! Bu kentte bir hiçsin, bir fazlalık, yabancı bir unsur. İçine anlatılmaz bir yılgınlık çöker. Birazdan hava kararacak ve yine o soğuk pansiyon odasına döneceksin. Türkiye düşünülmeyecek kadar uzak.”

Ankaralı yazar Sedat Erden, iki öykü kitabından sonra Mayıs 2011’de Artshop Yayıncılıktan çıkan “Sürgün”ü okurlarıyla buluşturdu. Yazarın dünya yolculuğunda tanık olduğu, yaşadığı farklılıkları ve gözlemlediği insan ilişkilerini edebiyatla harmanladığı kitabı, biyografik öğelere dayanan bir anı roman. Prof. Aysu Erden’e göre “Seyahati edebiyata, edebiyatı seyahate dönüştüren bir yazar Sedat Erden.” Yazar, 1969’da gittiği geniş ve yeni bir kıta olan Avusturalya’daki, “Görünen şeylerin ardındaki başka bir dünya…” olarak tanımladığı göçmenlik yıllarını anlatırken; gerçekte her şeyin kapışılıp parsellenmediği, yetenekli birini göz kamaştırıcı bir geleceğin beklediği, fırsatlarla dolu bir ülke mi? sorusunun da yanıtını arıyor. Erden, devrimle ve kendisiyle hesaplaştığı kitabı “Sürgün”e, yaşam öyküsüne ve edebiyatına ilişkin merak edilenleri, okurlarımız için yanıtlıyor.

-Yazar kimliğinizin altında Havacı bir subay yatıyor… “Askerliği sevmiyordum. Dünyayı görmek istiyordum.” diyorsunuz. Yaşam öykünüzü, kısaca öğrenebilir miyiz?

Çocukluğum İskenderun, Mersin ve Ankara’da geçti. Askeri Hava Lisesi ve Hava Harp Okulu’ndan mezun oldum. Öyküler yazmaya başladığım o yıllarda tek amacım Avrupa’ya, Amerika’ya, neresi olursa oraya gitmek, bir üniversite bitirmek, romanlar yazmak, belki de tanınmış bir yazar olarak ülkeme geri dönmekti. Birkaç yıl sonra Hava Kuvvetlerinden ayrıldım. Mersin’e gidip bir kitapçı dükkânı açtım; kısa bir süre sonra batınca, Avustralya’ya göçmen olarak gittim. Sydney’de geçirdiğim iki yılın sonunda yurda dönmeye karar verdim. Ancak dönüş biletini karşılayacak param yoktu, bu yüzden bir gemiye tayfa olarak girdim. Avustralya-Afrika-İsrail hattında sefer yapan gemi İsrail’in Elat limanına varınca gemiden ayrılıp Türkiye’ye döndüm. Daha sonra Dışişleri Bakanlığına girdim. İdari Ataşe olarak Hartum, Yeni Delhi, Meksiko Büyükelçiliklerinde, ayrıca Muavin Konsolos olarak Rodos, Paris ve Karaçi Başkonsolosluklarında görev yaptım. 2009 yılında emekli oldum. Bir paragrafa sığdırdığım bu yaşam öyküsü aslında altmış yıllık bir zaman dilimini kapsamakta…

“Siz edebiyatı bıraksanız da, edebiyat sizi bırakmıyor”

-İlk öyküleriniz henüz Havacı üniformanız üzerinizdeyken, edebiyat dergilerinde yayımlanmış. Kitaplar ise 2009 ve 2011’de art arda geldi. Okurla buluşmak için neden bu süreyi beklediniz?

Teğmen iken bazı öykülerim Yordam ve Yelken dergilerinde yayınlanmıştı. Ancak o yıllarda Türkiye’de yükselen devrimci dalga beni de içine çekip dikkatimi sanattan alıkoydu. Hele Avustralya’da yaşadığım zor günler beni edebiyattan tamamen uzaklaştırdı. Türkiye’ye döndükten dört yıl sonra “Sürgün”ü yazmaya koyuldum. Siz edebiyatı bıraksanız da edebiyat sizi bırakmıyor, demek ki. Dışişleri Bakanlığına girip yurt dışı görevlere gidince yazmaya devam ettim. Farklı coğrafyalarda tanıdığım ilginç karakterleri ve olayları öyküleştirdim. Ancak uzun yıllar yurt dışında kalmam ve yayın sektöründe kimseleri tanımamam yazdıklarımın kitaplaşmasını geciktirdi. Emekli olunca öykülerim “Karşı Apartmanda Yaşayanlar”  ve “Güvercinler ve Şeytan” Hayal yayınlarından çıktı. Ardından da “Sürgün” romanım Artshop vasıtasıyla okurla buluştu.

-Sevgili İnci Gürbüzatik, yazdıklarınızdan büyük bir övgüyle söz ederken “Sait Faik öykücülüğünün tadını alıyorum.” diyor. Kendisine katılıyor musunuz, kaleminizi hangi ustaya yakın buluyorsunuz?

İnci Gürbüzatik’i, öykülerimi ilk keşfedenlerden biri olarak hep minnet ve sevgiyle anacağım. Adının Sait Faik gibi bir usta ile yan yana anılmasından hangi yazar kıvanç duymaz ki! Ben kendimi daha çok Vüs’at O. Bener’e yakın hissediyorum. Onun da asker kökenli olması, üstelik Levazım Subayı olup erkenden ordudan ayrılması, yalın bir dil kullanması benzer taraflarımız. Aslında bütün usta yazarlardan öğrendiğim şeyler var; yine de onlardan farklı olmak, kendi dilimi, kendi sesimi yaratmak için çabalıyorum. Yalın olmak ama o yalınlığın içinde derin, çok katmanlı olmak gibi zor bir uğraşın peşindeyim.

Sedat Erden 1

-“Sürgün”, Cengiz’in Aborjinler için, aslında gurbetteki yaşamıyla da özdeşleştirdiği, “İnsan köklerinden kopunca insanlıktan da kopuyor demek…” saptamasıyla başlıyor. Ülkeden uzakta geçirdiğiniz zamanı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bütün zorluklarına rağmen yurtdışı deneyiminin insana kazandırdığı olumlu yanlar var. Farklı kültürleri tanımak, olaylara daha geniş bir açıdan bakabilmek, farklılıklarla bir arada yaşama kültürü edinmek… Bir de tabii, her fırsatta eleştirip durduğunuz ülkenizin, birçok ülke ile karşılaştırıldığında hiç de berbat bir ülke olmadığının ayırdına varmak.

“Cinselliğin edebi metinlerde yer alması doğal karşılanmalı”

-Bir göçmen işçinin hayatı nasıldır? Göçmen, işçi, gurbetçi ama işsiz, ülkeden uzakta fiilen olmasa da ruhen devrimci olma hali,… dümdüz, renksiz ve tek düze bir çizgi gibi midir gerçekten?

Bana bu cümleleri yazdıran o zamanki ruh halimdi elbette. Subaylık gibi itibarlı bir mesleği bırakıp yabancı bir ülkede her şeye sıfırdan başlamıştım. Fabrikalarda vasıfsız işçilik, amelelik, işsizlik dönemleri… O ülkede kök salmak için gerekli sabrım da yoktu, ne de olsa yirmi beş yaşında bir delikanlıydım. Üstelik Türkiye’de devrim(!) olacaktı ve ben oralardan geri dönemiyordum.

-Bazı öyküleriniz ve “Sürgün”de aşk ve beden ilişkisi üzerinden cinsel kimliğe göndermeler yapıyor, daha çok erkek cinselliğini işliyorsunuz. Bunu çok cesurca buluyorum. Bilinçli bir tercih midir, bu konuda neler söylemek istersiniz…?

Cinsellik hayatın ayrılmaz bir parçası olduğuna göre onun edebi metinlerde yer alması doğal karşılanmalı. Ancak piyasa kaygısı güdülerek müstehcenliğe prim verilmesini ben pek etik bulmam. Yine de, bazı öykülerimde ve “Sürgün”de zaman zaman beliren, sizin tabirinizle “cesurca” söylemler benim değil karakterlerimin dilini, bakış açısını yansıtmakta. Bense, karakterlerimin söylemlerine sansür uygulama yetkisini görmüyorum kendimde!

-“Ama ben ülkeme dönmek istiyorum. Bir görevim var benim. Halkıma, yurduma borçlu hissediyorum kendimi. Ödemem gereken bir şeyler var.” diyorsunuz. Bugün, düşlerinizi gerçekleştirip borcunuzu ödediğinizi düşünüyor musunuz?

 Bizler o zamanlar hiçbir çıkar gözetmeden kendimizi ülkemiz için feda edecek bir ruh hali içerisindeydik. Haklı olduğumuza kesin inanıyor, bizim gibi düşünmeyenlerin ihanet içinde olduklarına hükmediyorduk. Soğuk savaşın kodlarıyla düşünüyorduk. Aradan geçen kırk yılın sonunda vardığım nokta şu: İnsan karşısındakinin düşüncesine katılmasa bile onu anlamaya çalışmalı, çatışmadan çok uzlaşıya önem vermeli, her türlü şiddetten kesinlikle kaçınmalı. Gerçek kimsenin tekelinde değil. Aksi takdirde, ülkemizde çatışma, hır-gür hiç eksik olmayacak.

“Ankara’nın kültürel etkinlik açısından kısırlığı beni üzüyor”

-Dışişleri Bakanlığı’na girdikten sonra İdari Ateşe olarak resmi bir kimlikle, unvanla, meslek ve iş sahibi olarak yurt dışında yaşamak size neler hissettirdi?

Tabii ki birkaç sınıf birden atladığımı fark ettim. Bununla birlikte, Avustralya’da “en alttakilerden biri” olarak yaşamak kaçak işçilere, mültecilere, dışlanmışlara karşı daha anlayışlı olmamı sağladı. İmkânlarım ölçüsünde onların sorunlarına çözüm bulmaya çalıştım.  Çünkü artık biliyordum ki, en altta veya en üstte olmak bizim yeteneklerimizden ziyade, belki de kaderin bir cilvesi!

– Üzerinde çalıştığınız, hâlihazırda yayımlanmayı bekleyen kitap dosyalarınız varsa, Ankaralı okurlarınızla paylaşır mısınız?

Şu anda yayınlanmaya hazır olan “Işıklar Kentibaşlıklı bir öykü dosyam var. Ankara’da bir yayınevi ilke olarak basımını kabul etti, umuyorum 2014 başlarında raflarda yerini alır. Ayrıca yine basıma hazır durumda iki tane roman dosyası ilgilenecek bir yayınevi bekliyor!

-13. Ankara Öykü Günlerinde “Bozkırda kentleşme alanında bir mucizeyi temsil eden bu şehir, kültür alanında çok daha fazlasını hak ediyor bence.” demişsiniz. Bir kentli ve yazar olarak Ankara’da “daha fazlası” için sizce neler yapılmalı?

Beş milyon nüfusu olan bir başkentin, üniversiteler şehri diye öğündüğümüz Ankara’nın kültürel etkinlik açısından kısırlığı açıkçası beni üzüyor. Biri dışında kitapevlerinin ıssızlığı, söyleşilere katılanların bir elin beş parmağını geçmemesi bende hayal kırıklığı yaratıyor.  “Uluslararası Ankara Öykü Günlerinin” Ankara’ya getirdiği meltemle yetinmeyip başka etkinliklere de ev sahipliği yapmalı bu kent. Kültür Bakanlığı, Büyükşehir Belediyesi, üniversiteler projeler geliştirmeli. Ağaçlandırma kampanyası gibi “Kitap Okuma” kampanyaları da düzenlenmeli. Bu şehirde yaşamak bir ayrıcalık olmalı. İnsanlar sanatın tadına varmalı!

 

Esme’nin notu: 23 Kasım 2013’te Ankara Hürriyet’te yayımlanmıştır.

YAZAR:

Check Also

9 MART MEDAKİTAP/BİSED ETKİNLİĞİNE KATILAN TÜM SANATSEVERLERE TEŞEKKÜR EDİYORUZ…

Etkinlik haberi için tıklayınız.  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir