“Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir”(1)
Ölümün geldiği an, mutlak bir katatoniyi içerir. Ölen ben, geride kalanların hepsi ve belki de varoluşun kendiliği, zamanın ötesinde aşkın bir uzama eklemlenir. Bu eklemlenme hali, devinimi içermez. Bir tür kendinde oluştur ve kalışı, durağanlığı, zamanın durduğu an’ı imler. Bu an’a eşlik eden başat duygu ise yitirişe bağlanan kederdir. Keder, geride kalanlara ait bir duygulanım halidir. Giden, gitmiştir. Kalanlar, gidenin ardında bıraktığı boşlukla baş başadır. O boşlukla yüzleşmek, algı içeriğine dönüştürmek, içeriği anlamlandırmak ve bir sonuca varmak gerekir. Bu, ölümle ve yitirdiklerimizin yokluğuyla zorunlu bir yüzleşmedir aslında. Son derece trajiktir ve belki de sönümlenmeyecek, sonu gelmeyecek bir süreçtir söz konusu olan. Zamanın da işe yaramadığı söylenebilir. Zaman, her şeyin ilacı değildir. Yitirişin ilk an’ındaki duygu durum yoğunluğu, belki zaman içerisinde azalmaya, eksilmeye başlar. Ama hiçbir zaman sonuçlanmaz, ortadan kalkmaz ve bitmez. Gidenin gidişi, kalanların unutabileceği ve hiç olmamış gibi hayatlarına devam edebilecekleri bir olgu değildir. Çünkü İnsan, ölümlüdür ve ölümün soluğu her an, ayrımsızca her an, duyumsanır. Dolayısıyla gideni, gidenleri andığınızda ya da tam tersi bir durum olarak, ölümün soluğunu duyumsayıp gitmiş olanları anımsadığınızda, kendi ölümünüzün ve ölümlülüğünüzün farkına vardığınızda korkutucu bir gerilim içerisine girilecektir. Aslında ölü ya da canlı olma hali bu gerilim içerisinde silikleşecek, kedere bağlanan tedirginlik ve tekinsizlik, kalmış olmanın kefareti olarak, kalanların duygu durumuna dönüşecektir. Hiçbir şey eskisi gibi değildir; gidenin ardında bıraktığı ve ölümün yarattığı boşluk, geride kalanların hayatlarının, kalplerinin, akıllarının tam da ortasına çöreklenmiştir. Şimdi, o boşlukla yüzleşmek, yaşamayı öğrenmek gerekmektedir ve bu kaçınılamaz bir durumdur.
Sevgili Ahmet Oktay… Artık yok. Ölümün yurduna göçüp gitti usta. Ve biz, kalakaldık…
An itibariyle ölümün, şiddetin, dehşetin hüküm sürdüğü günlerdeyiz. Ülkemizin tamamında süreklilik gösteren bir ölüm hali var, neredeyse. Hayata dair hiçbir şey konuşulmaz oldu. Konuşan herkes ve her şey, sanki matah bir şeymiş gibi, ölümden bahsediyor ve ölüme eklemleniyor. Oysa biliyoruz ki ölüm; İnsan’ın ve hayatın, şiirin ve sanatın sonudur. Aslolan hayattır ve hayat hakkıdır. Hayatta kalmak ve hayatı sürdürmek, her şey için asgari gerekliliktir. Ama bu günlerde ölümden ve acıdan başka bir şey yok paylaşılacak. Hepimiz Metin Altıok’un “ bir şey yok paylaşacak acıdan başka” ya da Paul Celan’ın trajik Ölüm Fügü adlı şiirini anımsayıp, şafağın siyah sütünü içip, gökyüzüne ve bulutlara bile mezarlar kazmaktan, sonu gelmeyen ve korkarım ki gelmeyecek olan ölü bedenleri o mezarlara yerleştirmekten, gidişin ritüellerini yerine getirmekten yorgun düşüyor, perişan oluyor ve acı çekiyoruz. Sağlıklı ve olumlu hiçbir şey kalmadı neredeyse. Biyolojimiz, psikolojimiz, fizyolojimiz vs. berbat halde. Evet, hepimiz, ölüm denen hiçliğin karşısında öylesine kederli, mahzun ve acıya batmış bir haldeyiz ki, bir şairin, aramızdan sessizce geçip gitmesini, belki de fark bile edemiyoruz. Yani, onlarca, yüzlerce masum insanın katledilmesinin cinnet hali içerisindeyiz ve bir şairin ölümünü idrak edemiyoruz. Oysa Şair Ahmet Oktay, artık yok!..
Yıllar önceydi. İstanbul Teknik Üniversitesinde bir yandan mühendisliği, bir yandan da şiiri, aşkı, ayrılığı ve kederi öğreniyordum. İkinci sınıfta, henüz 19 yaşındaydım ve babamı yitirdiğimde yüzleştiğim ölüm acısı, o ana kadar ki en büyük travmamdı. Her şeye katlanmaya çalışıyordum. Şarabın ve tütünün, şiirin ve aşkın bizi bir araya getirdiği arkadaşlarımla, bütün yoksulluğumuza, yoksunluğumuza rağmen hayatı paylaşıyor ve belki de hep birlikte katlanmaya çalışıyorduk. Tam da böylesi bir katlanma gününde kar yağıyordu ve salaş birahanenin kirli camına rağmen, cadde-i kebir çok güzel görünüyordu. Biz de güzeldik ve o güzel muhabbeti sonlandırıp, yine yalnız başıma caddeye atmıştım kendimi. İstiklal Caddesinden Taksim istikametine hızlı hızlı yürürken, cebimdeki son parayla dolmuşa binip İTÜ Yurduna ulaşmak, alkolün etkisi iyice ben’i esir almadan, yurttaki odama ve üst ranzadaki yatağıma kavuşmak istiyordum. Ama olmadı. Cadde üzerindeki pasajlardan birinin girişinde tezgah açmış kitapçıyla, kulağıma gelen müziği takip ederek, yol üstünde karşılaştım. Müziği dinleyip ki Hendel’in Gloria Eternal adlı partisyonuydu, rastgele kitaplara bakarken, hayatıma bir daha çıkmamak üzere eklemlenecek o kitapla karşılaştım: Yol Üstündeki Semender… Şair Ahmet Oktay’ın 12 müntehir sanatçıyı odak alarak yazdığı, edilen ve edilebilecek intiharlarla bir tür söyleşi olan bu kitabı, cebimdeki bütün para ve sigara paketimin yarısını vererek edindim. Islanmasın diye montumun içine, kalbimin üstüne koyduğum kitabımla, parasız ve fakat bir dolmuş şoförüne muavinlik ederek, yurda ulaşmıştım. Yolda okumaya başladığım bu şiirler, ölümün karşısında durmam gerektiğini sezdiren, yazabiliyorsam içimdeki şiiri ve sözcükleri ifade etmemin kaçınılmaz bir varlık hali olacağını öğreten ve bu öğreti ile hayatı karşılamayı öngören bir manifestoydu sanki. Ve hala, bunca yıldan sonra bile, ne zaman başım sıkışsa, hayat ağır gelse ve ölüm hükümranlığını ilan etse dönüp bu şiirleri, kitabı okumaktayım. Bugünlerde yaptığım gibi… Ama artık o kitabın şairi yok; bir Ahmet Oktay geçip gitti bu dünyadan…
Yol Üstündeki Semender’in Ahmet Oktay’ın opus magnum’u olduğunu savladım, kendisinin poetikası üzerine yazdığım ve bilinçli bir anıştırmayla Yol Üstündeki Yazıcı adını verdiğim kitabımda. Yol Üstündeki Semender’le “yol üstünde” karşılaşmamdan yıllar sonra, ilk kez bir sempozyumda tanıştım Ahmet Oktay’la. Sunumum sırasında en ön sırada oturmaktaydı. Bildirileri dikkatle dinliyordu ve ben de, göz teması kurarak sundum, Yol Üstündeki Semender’i odak aldığım metnimi. Sonra kapanış konuşmasını yapmak için kürsüye çıktı ve her şairin, yazarın bir “öteki” için yazdığını, bu ötekinin belki de tek bir kişi olabileceğini vurgulayan bir konuşma yaptı göz teması kurarak. O gece, kapanış yemeğinde, tamamen ahşaptan yapılmış bir meyhanede, mutlu bir rastlantıyla Ahmet Oktay’ın yanındaki sandalyedeydim ve bütün gece rakının el verdiği bir sohbet içerisinde yol aldık. Bir ara sandalyeden düştüm ve Ahmet Oktay’ın kolumdan tutup kaldırması, dert ne kadar çok olsa da alkolle yok edilemeyeceğini fısıldamasıyla kendime geldim. Sonra Ruhi Su’dan bir türkü söyledi Ahmet Oktay Hocam. Ya da ben bir türkü söylediğini sandım… Bu sempozyumdan bir süre sonra Ahmet Oktay Poetikasını irdelediğim, bütün şiirlerini odak alarak bütüncül bir yaklaşım oluşturmaya çalıştığım Yol Üstündeki Yazıcı adlı kitabımı tamamladım. İstanbul’da, evinin balkonunda, adaları ve denizi uzaktan da olsa görerek, takdim ettim dosyamı Ahmet Oktay Ustaya. O anki duygulanım hali, heyecan ve çevrilen her sayfanın ömrümüzden geçip giden günlere sanki bir ağıt oluşu unutulamaz bir yaşantı deneyimiydi benim için. Dosya bitmişti ama kitabın basımı için yaklaşık sekiz yıl(!) yayımcı bekledim. O dönemlerde Ahmet Oktay’ın kitaplarını basan “büyük veya küçük” yayınevleri başta olmak üzere, hiç kimse ama hiç kimse bu dosya ile ilgilenmedi. Sanki bu bağlamda yüzlerce kitap yazılıyordu da, bu kitap fazla gelmişti “piyasa”ya? Oysa müstakilen bir şair ve poetikası için yazılmış ender, ayrıksı kitaplardan biriydi, Yol Üstündeki Yazıcı. Hele de o yıllarda… Eleştirinin, eleştirel düşüncenin üretilmediğinden şikayet edilen ülkemizde, yapıtlarını bastıkları bir şair için yazılmış eleştiri kitabını basmak istemeyen yayıncılarımız da vardı çok şükür!.. Yıllar geçti ve sonunda yürekli bir editör, Ayfer Feriha Nujen, ortaya çıkarak bastı bu kitabı. Yine aynı balkonda kitabımı taktim ederken ustaya, benzer bir duygulanım yaşadığımızı itiraf etmeliyim. O anlarda, hepimizin yüzündeki tebessüm hayata, yaratıcılığa, üretime dair bir kıvancın ifadesiydi belki de. Ustanın yarı yaşındaki “genç” bir adam, yüzlerce sayfa yazarak şiirine yakınlaşmayı denemişti ve şair, bu denemenin somut sonucu karşısında en güzel tebessümlerinden birisiyle karşılık veriyordu, şairlerin ve söz emekçilerinin ortak yazgısına. Yol Üstündeki Semender’in ilk baskısını, “kaldırımda bulunmuş bir kitabın anısıyla” diyerek imzalayan Sevgili Ahmet Oktay, yıllar sonra, o ilk anı’dan hareketle bütün şiirlerine temas etmeyi deneyen, hatta poetikasının koordinat dizgesini belirlediğini iddia eden Yol Üstündeki Yazıcı’yı ellerinin arasında tutuyor, sayfaları karıştırıyor ve inceliyordu. O an orada bulunan herkes, sadece ve sadece tebessüm ediyor, genç ve usta şair dostlarına armağan etmek için kitap imzalıyorlardı.
Niye anlattım tüm bunları? Tek bir yanıtım var: Ölüme ve ölümün yarattığı katatoniye, hiçliğe, yokluğa direnmek için… Çünkü bütün bu anlattıklarımın hayata dair olduğu, anılara dönüşerek unutuşa direnmemizi sağladığı çok açık. Çünkü “ölüm hiçbir şeye yanıt değil!..” Paylaştım, çünkü o tebessüm ile anımsasın istedim herkes Ahmet Oktay’ı. Çünkü ben, öyle anımsayacağım…
Sevgili Ahmet Oktay… Artık yok. Ölümün yurduna göçüp gitti usta. Ve biz, kalakaldık…
Anıların burgacında yaşadığımız acı ve keder çok büyük olsa da, ölümün mutlak hükümranlığına direnmek, hayattan söz edebilmek için var olmaya, şiir üretmeye, sözcükleri çoğaltarak insana dair anlamlar oluşturmaya devam etmek gerekiyor. Bütün gidenlerin aziz hatırası karşısında, kalanların belki de biricik kefaretidir bu. Belki Yol Üstündeki Semender’i veya Yol Üstündeki Yazıcı’yı yazdıran biricik güdü de budur. Zaten, Şair Ahmet Oktay’ın giderken kalanlara fısıldadığı kadim sır, bu değil midir?
“Ayrılık bilemem ne zaman gelir,
Sen bir okul defteri getir bana;
Çünkü sadece yazmak tesellidir
Çektiğimiz acıya bu dünyada.” (2)
(1)-Mahmut Temizyürek, Yalangezen, s.11, Kırmızı kedi Yayınevi, 1.Basım, Mart 2011, İstanbul
(2)-Ahmet Oktay, “Kırlaştı Saçlarım” adlı şiirden
Not: Yazıdaki görseller Serdar Aydın’ın kişisel arşivinden alınmıştır.