Sizi bilmem ama pazar günü geldiğinde beni bir sıkıntı basar. Pazartesiye amaçsızca direnir pazar, boşa bir çabadır onunkisi, bunu kendi de bilir. Kendimi gergin ve stresli hissetmemden alıkoyamaz maalesef. Önünde sonunda gelecektir pazartesi, kurtuluşu yoktur. Meğer evrenselmiş bu pazartesi sendromu. Sadece bende var sanıyordum. Çevremdeki işi olan- olmayan, öğrencisinde, hatta emeklisinde bile pazartesi sendromu varmış. Birkaç yabancı filmde de rast gelmiştim. Eğer bizimkilerin dublaj oyunları değilse onlar da yakınır dururlarmış şu sinir pazartesiden. Mide yanması, baş ağrısı, migren gibi biyolojik durumların sebebi aynı zamanda. Abartıyorum sanılmasın, bazen kilitlenip kalırım bugünde. Bir önceki akşam (cumartesi akşamı) eğlenceli misafirlikten dönülmüş, dostlarla birkaç kadeh içki içilmiş, moda deyimle eğlencenin dibine vurulmuştur. Ertesi gün coşku tükenip sakin sularda yüzerken, kahvaltı için yatakta oyalanan birisi vardır. Bir önceki günün coşkusu ile bir sonraki günün stresi arasında kalmışsındır. Seni kurtaracak tek şey günlük gazeteler, okumaların ve yazabilirsen birkaç satır yazıdır.
Yazacağım öykü, deneme veya kitap tanıtım yazılarının arasına bir pazartesi yazısı yazarsam pazartesi sendromundan kurtulacağımı düşündüm bugün. Birden gelişti bu düşünce. En iyi savunmanın hücum olduğunu düşünerek yazıyla üstüne üstüne gitmek… İyi fikir.
***
Cumartesi, etkinlik sonrası öyküyle ilgilenen bir üniversite öğrencisi bana şunu sordu; öyküde en çok hangi ögeyi önemsersiniz? Birden gelen bu soru karşısında biraz durakladıktan sonra şu yanıtı verdim:
Bir öykü yazarken iki temel ögeyi önemserim. Karakter ve atmosfer. Öyküyü oluşturan diğer ögeler (kurgusu, girişi, sürpriz sonu, tipler, ayrıntılar vs…) bana göre biraz ikincil kalırlar. Onlar da önemlidirler ama karakterini ve atmosferini oluşturup kafamda bitiremediğim öykülere nedense başlayamıyorum. Bunlardan bazen birisi oluşuyor kafamda, uzunca bir süre onla yaşıyorum ama diğeri oluşmayınca öyküyü bir türlü ilerletemiyorum. Öyküde olay veya durum karakterlerce yönetilir. İyi bir karakteriniz yoksa elinizde -ki iyilikten kastettiğim psikolojik ve sosyolojik alt yapısını oturtup yerleştirememişseniz- öykünüzün bir süre sonra dağılmaması içten bile değildir. Aynı şekilde bir öyküde iyi bir atmosfer kurulamamışsa öyküde vermek istediğiniz his karşıya yani okuyana (okura) geçmez, sizin yaşadığınız o his, duygu, düşünce siz de kalır. Günlük veya gazetenin üçüncü sayfa haberinden öteye geçemez.
İki kıştır düşündüğüm bir öykü var mesela. Bir türlü bitiremedim kafamda. Kafamda bitmeyince de yazının başına oturamıyorum. Aslında bir yaz öyküsüydü yazmayı düşündüğüm. Ben de genel de öyle olur, kışın yaz, yazın kış öyküleri beni yazmaya zorlar. Çok acı çekiyorsam neşeli sevinçli şeyler çağrışım yapar, en mutlu anımda da hüzün çağırır beni. Kabul ediyorum biraz garip bir durum. Cemil Kavukçu da buna benzer cümleler kurmuştu da rahatlatmıştı beni. Tek ben değilmişim garip olan. O yaz gittiğimiz tatil yöresinin denizi ve plajı çok güzeldi, belki bu yüzden çok kalabalıktı. Güneş tam tepedeyken bile kalabalık azalmıyor, çirkinlik abidesi görüntüler ve gürültü alabildiğine devam ediyordu. Tatil yerini değiştirme şansımız olmadığına göre zevk almaktan başka çaremiz yoktu. İşte böyle bir ortamda plajda şemsiyesinin altında Sait Faik okuyan bir genç görmüştüm de bir türlü aklımdan çıkmamıştı. Büyük bir ciddiyetle okuyor, ara sıra denize bakıyor tekrar okumasına devam ediyordu. Şaşkınlığımın bir çok faktörü vardı tabii ki. Ama en önemlisi de bir gencin böyle bir yerde Sait Faik okumaya çalışmasıydı. Ben de hemen çaprazına oturup onu gözlemlemeye başladım. O beni görmüyordu ama ben onu izliyordum sürekli. Ertesi gün tekrar gördüm, aynı yerde. Konuşmak istesem de yine gözlemekten öteye geçemedim. Bana da bir eğlence çıkmıştı artık. Gel gör ki sonraki günlerde “Kumsalda Sait Faik Okuyan Genç”i göremedim. O atmosferle kalakalmıştım, elbet bir gün yazılacak öyküsüyle…
***
Okan Çil’i Ankara Öykü Günlerinde tanıdım. İzmir’den gelmişti. Okulu yeni bitmiş, İstanbul’a dönmek üzereydi. Efendiliği, naifliği konuşmalarından anlaşılıyordu. Maalesef o gün fazla birlikte olup konuşamadık. Gerek törenin devam etmesi, gerek başka konuklar vs. girdi araya. Ben daha uzun birlikte olup sohbet etmek isterdim oysa ki. Çünkü konuşurken öykünün ne olduğuna dair kafa yorduğunu hissettirdi.
Okan Çil, “Onu da Sonra Anlatırım*” ilk öykü kitabı “Ankara, yağmur ve ilk tanışma…” diyerek imzalayıp gönderince bunları düşündüm. O salonda öykücü olduğunu sanan, ilan eden o kadar insan vardı ki biz bir kenarda sessizce öykü üzerine konuşmayı yeğliyorduk. Böylesi daha güzeldi, en azından benim için. Kapağındaki çerez tabağı ve içindeki çekirdekler (Çiğdem mi demeliydim), dışındaki kabuklar bir şeyi imliyor olmalıydı. Karşımda çerezlik öyküler bulacağımı sanarak başladım. Sıkı bir öykücü buldum. O kısa sohbetin beni yanıltmadığını gördüm. Okan, Güzel Sanatlar Fakültesi, Film Tasarım ve Yazarlık mezunu, senaryo yazıyor. Diyaloglarındaki başarısı biraz mektepli olmasından sanırım. Dili, kurguyu bilen birisi aynı zamanda, öykülerinde deneysel çalışmalar yapması da bu yüzden. Bilmeyen bozamaz. Bozmaya da hakkı yoktur diye düşünürüm. Konu sıkıntısı çekmiyor Okan. Öykülerinde hem ironi hem mizah var. Kimi zaman karıştırılan bir durumdur ironi ve mizah. İroni, daha eleştiri yüklü olmasıyla ayrılır mizahtan.
Aslında ilk öyküsüyle işareti veriyor Okan; “Aşk Fiillerinin Unutulmaz Nesnesi”. Günümüz kuşağını, teknoloji bağımlılığını, sosyal ilişkilerin ne hale geldiğini, getirildiğini anlatıyor öykü. Sadece bilgisayarla iletişim kuran iki gencin öyküsü. Tanıdıkmış gibi gelen ama ayrı bir yerde duran, incelikle dokunmuş bir öykü. Dünyanın Sonu öyküsü de beni heyecanlandırdı. Sonunu biraz sönük bulsam da beğendiğim öyküler arasında oldu. Zaman öyküsünde de farklı bir biçim denemiş Okan, çıkarılması gereken cümlelerin üstü çizilmiş. Cümleleri o haliyle de okuyabiliyorsunuz, çizilip çıkarılması düşünülen haliyle de…
“Onu da Sonra Anlatırım”ı genel anlamda ilk kitap kriterinin barındırdığı acemilikleri de göz önünde bulundurarak iyi buldum. Bazı öyküler hafif kalmış, olmasa da kitap bir şey kaybetmezdi diyeceğim öyküler var. Derdi olan öykülerinin hissi bana daha çabuk geçti diyebilirim. Diyalog yazmada ustalaşmış Okan. Bu yönü üzerinde durabilir. Dilinin sade olması, başka konular anlatması, yazdıklarını tadında bırakması, uzatmaması (sündürmemesi) öykü dünyamız için de bir kazanç. Okan’a, emeğine sağlık, kitabının yolu açık olsun diyorum.
Başka pazartesilerde görüşebilmek dileğiyle…
*Onu da Sonra Anlatırım-Okan Çil, Dedalus Yayınları.
(Not: Aynı adla 2015 yılı basımı Nar Yayınevi’ne ait bir başka kitap daha olması ya yayınevinin gözünden kaçmış, ya da aynı adla bir başka kitabın olması umursanmamış.)