90’lı yılların başında, ankara’da ziraat fakültesinde okuyordum. türk dili ve edebiyatı dersimize trabzon tonya’lı bir hoca giriyordu; deli olduğunu söylemişlerdi hafiften. (sonradan, tanıdıkça anladım ki, bildiğin deliymiş meğer, hafif falan değil.) ölü ozanlar derneğinin kaptan keating’ine benzetiyordum onu. derste, pencerenin önünde camı açarak kısa samsun sigarasından içiyor, içmek isteyen olursa da içebileceğini söylüyordu; ağaçlar ayakta ölüyordu nasıl olsa!
o unutmuştur belki de sigara içtiği günleri. ciddi sağlık sorunlarından sonra, hiç ihtimal bile vermediği o ‘sigara bırakma’ olayını sırf ‘iradeyle’ gerçekleştirivermişti.
hava güzel olursa, özellikle bahar aylarında, bahçede çimenlerin üstünde yapardı derslerini. el yazısına, tahtayı özenle kullanmasına hayrandım bir de. şimdikiler gibi akıllı tahtalar değildi bizimkiler, bildiğiniz kara tahtaydı; sizin kadar, benim kadar kara bir tahta.
adını daha önce duymadığım yazar ve şairlerin isimlerini söylüyordu hoca derslerde. derste verdiği örnekleri bu yazar ve şairlerden seçiyor, adeta cahilliğimizi yüzümüze vuruyordu. kısıtlı bütçemle, yol paramı cebime koyup, milli kütüphanede alıyordum ben de soluğu.
isimlerini not aldığın onlarca yazarı okumaya çalışıyordum orada. çorba oluyordu kafam; kim kimdi, unutuyordum bile sonradan. yeniden okuyordum sonra aldığım notlardaki isimleri.
isminin türkçesi ‘yaşamsal kalıcı’ demekmiş, değiştirmeyi bile düşünmüş türkçesiyle ama, artık alıştık birbirimize, demişti.
bizi, belki de türkçe adına farkındalık yaratmak için provake ediyor, zorluyordu hoca.
sevmeyeni de çoktu hoca’nın… okulun bıçkın delikanlıları, odasını basıp onu tehdit etmişlerdi bir keresinde. duyduğumuzda üzülmüş, boş zamanlarımızda giriş kattaki odasının kapısının önünde nöbet tutmaya başlamıştık muammer’le. muammer intihar etti okul bitince. bir trenin önüne attı kendini.
yıllar sonra ‘intihar eden şairler kitabı’nı yayımladı hoca; muammer yoktu, göremedi.
bir klasör dolusu şiirle gitmiştim bir gün yanına. kendime güvenim tamdı; yüzlerce şiirim vardı o zamanlar! uzun zaman inceledi hoca şiirlerimi bir şey demeden. sonra bir şiirimdeki bir dizenin altını çizdi; şiir, dedi, işte bu!
ilk bilgisayarını ben almıştım hocaya, word de nasıl yazı yazılır, kes kopyala nasıl yapılır, dosya nasıl kaydedilir bilmiyordu hoca; hocası oldum. umutsuz bir öğrenciydi hoca; bakmayın öğrendiğine şimdilerde…
küçük harflerle yazmak, küçük harfler gibi yaşamaya benzer; daha estetik, gizli ve gürültüsüzdür. ve fakat, anlamını da kaybetmez.
ondan bana kalan miraslardan biri de buydu işte; büyük düşünüp,
küçük harflerle yazmak; farkındalık yaratmak, karşı gelmek verili olana…
çünkü; “her şey tükenir kardeşlerim bir çocuğun gözleri hariç” demişti bana…
1993 haziran ayıyıdı. ziraat fakültesi dekanlık salonunda gerçekleşecek bir söyleşinin afişleri asılmıştı duyuru panolarına. hoca, dört şair arkadaşını davet etmişti ve bir söyleşi, şiir günü gerçekleştirecekti ziraat fakültesi dekanlık salonunda. davetliler; metin altıok, behçet aysan, ahmet erhan ve şükrü erbaş’tı.
hıncahınç doluydu salon. çoğu kişi ayakta kalmıştı. sorular soruldu şiir ve yaşam üzre; şiirler okundu. haziran sonlarıydı; 93 yılıydı.
birkaç güne kadar metin altıok ve behçet aysan’la birlikte pir sultan abdal etkinliklerine katılmak üzere sivas’a gideceklerini söylemişti hoca o söyleşide.
haziran sonlarıydı; okulun son haftasıydı; sayılı günler kalmıştı mezuniyetime ve temmuza; yazdı.
hoca, o günlerde önemli bir mazereti yüzünden gidememişti sivas’a.
yanacaktı o da; seve seve yanacaktı arkadaşlarının yanında… yangın çıkmıştı çünkü!