VARLIK KİPİ OLARAK ŞİİR VE ÇOCUKLUĞUN YİTİK İMGESİ*
“…Çocukluğun kendisini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”(1)
Nilgün Marmara
İnsan; dünyaya atılmış, sürgün edilmiş bir varlık. Atıldığı, sürgün edildiği dünyada ölüme yazgılı ve özgürlüğe mahkum olarak varoluşunu bir ağıt gibi gerçekleştirmeye çalışmakta. Çünkü öleceğini bilerek yaşayan tek canlı o ve belki de ölüm korkusu onu hayata bağlayan temel neden. Bir tür açmaz, kaos, çıkışsızlık, yolun yokluğu, eş deyişle ontolojik aporia içerisinde, ölümden korkan ve hayata tutunmaya çalışan fani varlık. Belki de bu yüzden doğar doğmaz ağlamakta, hem de çığlık çığlığa ağlamakta. Ama bilinçli bir canlı ve yaşadıkça kederini çoğaltmaktan başka seçeneği de yok. Doğduğu ve ağlamaya başladığı o ilk an, aynı zamanda ölüme de işleyen saatin ilk anı. Hayata başlarken, geçen her an ile eş zamanlı olarak tükenen, ölüme de yaklaşan umarsız bir anlatıcı. Ömrü, an’lardan ve anı’lardan oluşmakta. Doğmuş olan ne kadar güçsüz ve biçare olsa da temel refleksi hayatta kalmaya yönelik. Var olma arzusu çok güçlü ve bu güç ile yarattığı varoluş halleri, varlık kipleri de her insana özgü ve neredeyse sınırsız. Belki de bu yüzden felsefe ve sanat var; insanın oluş hallerini ve varlığa gelişini anlamlandırmak için.
Filozof Spinoza da varoluş hallerini ve varlığa gelişi özgün düşünceleriyle dizgeselleştiren ve ifade eden bir düşünür. Onun taç eseri olan ve bir tür sözlük gibi de okunabilecek Ethica’dayer alan kavramlar, söz konusu oluş sürecinin imleri sayılabilir. Bu metin için özellikle vurgulayacağımız “modus” ve “conatus” kavramları, varlık oluşun betimlenmesi için önemli göstergeler aslında. Spinoza’ya göre var olmak için özellikle “sevince” ihtiyaç var. Çünkü keder, olma arzusunu iğdiş eden olumsuz bir olgu. Var olmak için sevinç içerisinde olmayı amaçlamalı, sevinçler üretmeyi arzulamalı insan. Böylelikle varlık halini, kiplerini anlamlandırmaya çalışarak kendiliğine anlam atfetmeyi de gerçekleştirebilir. Bu çaba,yeterince güçlü bir anlam oluşturabilirse ve öteki insanlara aktarılabilirse ölümü yenmenin, zamanı aşıp sonraya kalmanın da bir yolu ve yöntemi bulunabilir. İşte “anlam yaratmak”, eş deyişle oluş’a anlam atfetmek ve öteki insana bu anlamı iletmek için de felsefe, sanat ve özel olarak da şiir, insan tarafından yaratılan ifade yöntemleri. Denilebilir ki felsefe ve sanat,ölüme yazgılı, özgürlüğe mahkum, öleceğini bilen ve var kalmayı arzulayan insanın en önemli dışavurum araçları. Böylelikle oluş’un anlamı ifadeye ve ifade de özellikle sanatsal yaratıda imgeye, eş deyişle imge-anlam’a dönüştürülerek öteki insana aktarılabildi. Şiir ise sanat içerisindeki bu çabanın en soy, en has uğraşı. Çünkü Kant’a göre şiir dehanın ürünüydü…
Ve sevgili Nilgün Marmara… Dünyadaki kısa konukluğunda soy ve has şiirler yazdı, poetikifadeler ve imge-anlam’lar oluşturdu; yarattıklarını öteki insana sundu ve çekip gitti bu dünyadan. Biliyordu ölüme yazgılı olduğunu ve fakat o kendi yazgısını oluşturdu; ölümün geleceği o an’ı beklemedi, kendisi yarattı. Özgürlüğe mahkum muydu, şiirler ona sevinç mi verdi yoksa kederini mi artırdı? Belki de şiirleriyle var kalma arzusunu ve varlık hallerini, kiplerini yaratarak kederini sevinçle, sevincini kederle büyüttü, besledi. İnsan ömrünün, bizce en güzel evresi olan veya olması gereken çocukluğun yitimiyle, çocukluğunu yitirdiği an, her şeyi sona erdirdi. Olmayana ergi yöntemiyle bir sonuca ulaşılamayacağı kesin. Dolayısıyla onun geriye bıraktığı şiirlere dönmeli, yarattığı poetik ifadeyi, imge-anlam’ı algı içeriğine dönüştürerek kendi kederimize ağıtlar yakmalıyız. Ya da onun sözcüklerine, şiirine, dizelerine tutunup var kalmak için bir gerekçe yaratabilir, ölüme yazgılı ve özgürlüğe mahkumvarlığımıza, oluş halimize anlam atfedebiliriz; sahici ve samimi bir şekilde kendiliğimizi kendimize itiraf ederek, gizlerimizi dökerek yapabiliriz bunu. Tıpkı onun yaptığı ve yazdığı gibi.
Teknik olarak kategorik bir tanımlama yaparsak, Nilgün Marmara’nın dilimizin “gizdökümcü” şairlerinden birisi, belki de en güçlü, halis ve has şairi olduğunu ileri sürebiliriz. Gizdökümcü ya da İtirafçı Şiir olarak adlandırılan ekol Amerikalı şairler tarafından oluşturulmuş, sonrasında yayılım göstermiş ve şiir tarzları içerisinde yer edinmiştir. Şairlerin kendi yaşamlarından yola çıkarak yazdıkları, duygu durumlarını ve varlık hallerini tüm gerçekliğiyle ifade ettikleri şiirler söz konusudur bu ekolde. Anlatımcı, bizatihi şairin kendisidir; herhangi bir maskeye, personaya veya alter-ego’ya ihtiyaç yoktur. Bu durum,şiirlerin sahici ve samimi niteliğini öne çıkarır. Şiirlerin temaları alkol, depresyon, cinsellik, intihar vb. içeriklerde olup tabuların dile getirilmesine ve böylelikle de yıkılmasına yöneliktir. Bu ekol içerisindeki şairlerin nevrotik ve narsist kişilik özellikleri gösterdiği, feminist tavırlar sergilendiği de ileri sürülmüştür. Ayrıca itirafçı nitelemesi kullanıldığında, bu nitelemenin Hıristiyan teolojisinde yer alan “itiraf(confession)”, günah çıkarma, af dileme ediminden mutlak olarak ayrıştığı ve farklılaştığı da vurgulanmalıdır. Bu tarza ait olduğu kabul edilenşiirlerin daha çok şair ben’in varlık hallerine, varoluşuna, oluş halinin dışavurumuna içkin, sahici ve samimi poetik ifadeler olduğu söylenebilir. Ayrıca bu tarzın bir tür varoluşçu şiir olduğu, dökülen gizlerin ve dile gelen itirafların şair ben’in varoluşuna, oluş haline içkinleştiği, Spinoza’nın kavramlarıyla var kalma arzusunun(conatus) tezahürü olarak varlık hallerinin, eş deyişle varlık kiplerinin, görünümlerinin(modus) dile getirildiği ileri sürülebilir. Bu yaklaşım içerisinde, olası bir poetik analizin yapılabilmesi için de şairin varlık hallerini, kiplerini, eş deyişle modus’ları imleyen şiirsel ifadelerin bulunması ve bu modus’ların yön ve yol göstericiliğinde analizin gerçekleştirilmesi gerekir. Dolayısıyla Nilgün Marmara şiirleri içinde varlık kiplerini işaret eden, eş deyişle modus noktaları, dizeleri, sözceleri bulunursa farklı bir çözümleme bağlamı oluşturulabilir. Elbet ki bu yöntem önerisi analistin tercihlerinebağlı olmakla birlikte poetik savlar, şairin poetikası açısından tartışmaya açıktır. Dolayısıyla Spinoza’nın felsefi sisteminde yer alan conatus(var kalma arzusu) ve modus(kiplik, görünüm)kavramlarına kısaca değinmemiz gerekir.
Ölüme yazgılı insanın var olma çabası esasen ontolojik bir aporia’dır. Yunanca bir sözcük olan “aporia” olumsuzluk belirten “a-“ öneki ile çıkış, yol, köprü, geçit gibi anlamları bulunan “poros” sözcüğünün birleşmesiyle oluşmuştur. İlkçağ felsefesinde içinden çıkılmaz güçlük, çıkış yolunun olmaması anlamlarında kullanılmıştır. Aporia söze nereden başlanacağının bilinmemesi ve içsel çelişkinin ortaya çıktığı anları da ifade eder. Kısaca değindiğimiz bu nitelikler aslında ölüme yazgılı insanın var olma iddiasının karşıtlığıyla birlikte düşünüldüğünde; ölürken var olmaya ya da var olurken ölmeye devam eden etkin öznenin çıkışsızlığını, açmazını, ontolojik çelişkisini imler. Özellikle şairin varoluşunun ve şiirinin, bu açmaz, çıkışsızlık ve aporia içerisinde nüvelendiği ileri sürülebilir. Hele de intihar etmiş, ontolojik aporia’yı ölüme yönlendirmiş şairler, özel olarak da Nilgün Marmara söz konusu ise.
Şimdi ontolojik aporia içerisinde var olmaya ve şiirini var etmeye çalışan şair ben için, conatus ve modus kavramlarına odaklanarak, bu kavramları metafizik niteliğinden ontolojik ve varoluşçu bir bağlama taşıyarak ilerlemek, nihai olarak da Nilgün Marmara şiiri için modus noktalarını, dizelerini ifade ederek bu sıra dışı poetikaya bir yakınsama oluşturmakistiyoruz. Öncelikle “conatus” kavramının neliğini kısaca betimlemek gerekir. Conatus, varlığı sürdürme çabasıdır. Var olan her şey varlığını sürdürme eğilimindedir ve bunun için elinden geleni yapmalıdır. Spinoza bu gerekliliği ilk neden ve her şeyin var olmasının etkin nedeni olan Tanrı ile ilişkilendirerek temellendirir. Bu kavramla birlikte ele alınması gereken diğer işlevsel kavram ise modus’tur. Modus, ilksel olarak varlığın oluş biçimi, varlık tarzı, halleri, görünümleri gibi anlamlara gelir. Ayrıca tözün(substantia) başka bir şeyde olan ve o başka şeyle kavranabilen halleri, değişken nitelikler de modus içerisinde ele alınır. Bu metafizik bağlam esasen ontolojik bir süreci de niteler. Ve şairin onto-poetik varoluş sürecinde varlık hallerinin, kiplerinin, oluş’a içkin görünüşlerin, durumların neliğinibetimlemek ve nasıl şiire evrildiğini göstermek için de söz konusu kavramlar işlevseldir. Bu süreç, algı içeriğine dönüşen ve algılamaya aday olduğumuz şiirlerin, poetik ifadelerin ve son kertede poetikanın neliğini ifade etmek için, bizim kavramlaştırmamızla ‘onto-poetik imge-anlam’ın kendiliğine ulaşmamızı sağlayacak bir yöntem önerisi olarak ele alınabilir ve Nilgün Marmara şiirine içkin algı deneyimimiz ile akli yargılarımız arasındaki ilişkisellikbetimlenebilir. Nilgün Marmara’nın aporia içerisinde gerçekleşen var olma(conatus) çabasının ve bu çabayı kuşatan, imleyen varlık halleri, onto-poetik görünümler ve kipliklerin(modus) belirlenmesi ve nitelendirilmesiyle, nihai olarak oluşan imge-anlam için de bir yakınsama oluşturulabilir.
Şimdi “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” kitabına dönerek, şairin poetikası için kiplik niteliği taşıdığını düşündüğümüz dizeleri alıntılayarak, poetikanın modus’larını ifade edebiliriz.
“Sen ne getirdin bana çocukluğundan?” s.11
İnsanın sılasıdır çocukluk. Hayatın belki de en özgün ve kalıcı yaşantılarının, hatıraların oluştuğu bir dönemdir. Bu yüzden çocukluktan getirilen her şey sonraki yaşantıların kurucu öğeleridir. Gerek süre giden hayat, gerekse de psişik oluşum açısından çocukluğun yapısal niteliği başat önemdedir. Ve çocukluktan getirilen her şey, aynı zamanda yaratıcı sanatın ve şiirin nüvesidir. Özellikle gizdökümcü ve itirafçı şairler ve şiir üslubu açısından çocukluk majör öneme sahip bir dönemdir. Nitekim Nilgün Marmara da çocukluğundan getirdikleriyle ya da getiremedikleriyle kurmuştur şiirini. Onun poetikasını var eden kipliklerin ilk sırasında da bu çocukluk anları, yaşantıları vardır. Çocukluk ve oradan tevil edilen her şey, şiirin ve sonuçta oluşan poetikaın, imge-anlam’ın kurucu öğesidir.
“Olmayan günlerdi,” s.16
Olanın ve olmayanın, varlığın ve yokluğun, hayatın ve ölümün ilişkiselliği zamana göre yorumlandığında ömrü betimler. Ömür, olanın ve olmayanın kesiştiği ortak zamansallığıntürevidir. Şair ve şiir açısından düşünüldüğünde “olmayan günlerin” ontolojik yükü şiiri vareden etkin ve başat öğelerin ilkidir. Nilgün Marmara şiirinin de olmayandan neşet ettiği söylenebilir. Bir eksikliğin, yoksunluğun dile gelişidir bu şiirler ve olmayan, eksikliğin sıfatıdır aslında. Olan ise birçok farklı sıfatla nitelendirilebilir. Ancak olmayan her koşulda,eksik olan her ne ise onu imler. Günlerin olmayışı yargısı, yaşanmış olana içkin ve fakat olamayana ait bir durumu tersinler ve bu duruma içkin kipliği ifade eder. Dolayısıyla şairin poetikasını var eden ikinci kiplik olarak nitelendirilebilir.
“bu, hepsi, belki-“ s.19
Bir şair için şiirsel algı hayatın her anında etkin ve işlevsel olmalıdır. Böylelikle hayatın, zamanın ve yaşananın her anı şiire dönüşebilir. Çocukluğundan getirdikleriyle, getiremedikleriyle ve olmayan günler’de yazan Nilgün Marmara yargısını da belirtir elbet; “bu, hepsi, belki-”… İşaret edilen, hepsini içeren ve belki’de biten varlık hali, şiirden başka nereye ulaşabilir ki? Belki de varoluşun bütün halleri ve sonucu bu üç sözcükle ifade edilmiş olur. Ve bu ifade, bütün çağrışım nitelikleriyle imge-anlam’ı güçlendiren bir çığlık, oluş’unneliğine dair bir itiraf ve kipliktir aslında.
“Sözcüklerse, başıboş, bir bahçede” s.33
Şairin bütün mülkü ve serveti sözcüklerdir. Sözcükler söylenmek istenenin, derdin ifşasının da taşıyıcılarıdır. Dökülecek gizlerin, saklı sırların ve olası itirafların karşılığı da sözcüklerdir. Ve şimdi başıboş kalmış ve bir bahçeyi yurt edinmiş sözcükler, şairin derdini taşıyan ve ötekine aktaran ulaklardır.
“Suçluyduk, biliyoruz” s.39
Suçun ve suçu işleyen failin itirafı önce kendinedir. Zor olan da budur. Kişi, kendiliğini kendine itiraf ettiğinde sırlarını, gizlerini de görünür kılacaktır. Öyleyse cesur olmak gerekir. Cesaret, hükmü ilan etmenin koşuludur. Ve şair “suçluyduk” dediğinde aporia içerisinde, var olmaya çalışan ben’in varlık kiplerinden birini daha dile getirir. Bu yargı, yaratılan imgenin majör öğelerinden ve varoluşun kapsayıcı modus’larından biri olarak anlamın trajik vurgusunu öne çıkaracaktır.
“Küçüktür ellerimiz, seslerimiz bizim” s.63
Belki de şu; Nilgün Marmara şiiri küçük seslerin bir araya gelişinden oluşmuştur. Sesin ikicilanlamı, hem özneye hem de şairin mülkü olan bahçedeki başıboş sözcüklere ait oluşu, zamanakarşı var olmaya çalışan öznenin varlık refleksidir. Ve bu refleks güçlü bir kip olarak, küçük olanın şiirine ait olacaktır.
“Aşk için değildi artık uyanıklığı gecenin” s.71
Gecenin neliği, hangi ihtiyaca içkin olduğu ve oluş’u deneyimleyen ben için içerdiği olasılıklar üzerinde durulması gereken olgulardır. Nilgün Marmara bu oluş halinde, belki de kendi deneyimine koşut olarak ifade eder gecenin uyanıklığının aşk için olmadığını. Oysa gecenin karanlığı ve uyanıklığı aşıkların koruyucusu ve yurdudur. Aşk için olmayan gecenin neye hizmet ettiği ve niçin uyanık kaldığını ise ancak şiir bilecek ve gösterecektir.
“Ölüm buraya kadar,” s.75
Ölümlü olan ve doğduğu an ölüme yargılı olarak yaşamını sürdüren özne, eğer şairse, yeri geldiğinde ölüme de terslenecektir. Bu terslenme, hayata bir övgü olarak, “ölüm buraya kadar” hükmüyle sınırını çizecek, ölümü öte de tutmayı öngörecektir. Ama bu varlık kipi, zamanı geldiğinde bu dizeyi yazan şairin ölüme gidişini engelleyemeyecektir. Ve şiir, bu gidişin, ontik aporia’nın alınlığı olarak kalanların mirası olacaktır.
“Göz var, göz var, göz var…” s.82
“Varlık algılanmadır ”der, bir filozof; “Algı ise görme edimine ve göze bağlıdır ”der, bir başka filozof. Her durumda gözün varlığı algıya ilişkin eşiktir. Bu eşiği aşmak, bu eşikte konaklamak veya eşiğin varlığına tanıklık etmek poetik bir tavırdır. Çünkü göz varsa, şiir de vardır ve bu yargı onto-poetik bir itiraftır; bütün yalınlığıyla imge-anlam’ı işaret edecek vekuşatacaktır.
“Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…” s.101
Ölüme yazgılı insanın, kendi ölümüne ilişkin olası bir tasarımı varoluşsal bir vurgudur. Bu vurgu yaşarken ölen ben’in bir tür vasiyeti de sayılabilir. Dizenin yalınlığı, ölümü nitelendiren yalınlıkla birlikte ölen öznenin niyetlerini, var oluş tarzını açımlar. Olduğu gibi, olduğu her ne ise öyle ölmeli insan ve bu sonuç, aporia içerisinde var olmaya çabalayan ben’in ulaştığı kaçınılmaz, sahici, samimi ve bir tür itiraf içeren bir yargıdır kesinlikle.
“Dirim çürüyor yanı başımızda!” s.104
Olduğu gibi ölenin son şahadeti dirimin yanı başında çürüyor olmasıdır. Dirim çürürken, ölüm gelecektir. Çürüyüşün hızına koşut bir hızla hem de. Yanı başında çürüyen dirimi gören, buna şahit olanın son dileği olduğu gibi ölmek olabilir belki de. Ve bütün yalınlığıyla çağrışımı yoğunlaştıran bu dizeler, şairin varlık kiplerinden biri olacaktır.
“Bir çığlık-söz” s.28
Mülkü söz olanın terekesi bir çığlık olabilir sadece. Şair, apora içerisinde var olmaya, oluş halini ifade etmeye ve varlık kiplerini oluşturmaya çalışırken, öteki ben’e kalacak olan miras poetik ifade ve imge-anlam’ı oluşturan sözcüklerdir. Sözcüğün söze ve sözün de çığlığa dönüştüğü bu varlık durumu, şairin poetikasını ve şiir algısını oluşturacaktır.
“Ölüm dönmüş eve… Yas olmasın” s.108
Çünkü ölüme mahkûm ve yazgılıdır insan. Ve ölüm dolaştığı bütün kıyılardan elbet ki geri döner. Ve şair görür ölümün eve dönüşünü. Bu görü, dönülen evin içinde varoluşsal bir kaygı ve sonuç yaratır. Ölüm dönmüşse eve, birinin vakti sona erecektir. O gidince, onun yası geride kalanlara aittir. Peki, yas olmazsa, yassız bir ölüm olasılığı ancak ve ancak poetikaya içkindir. Ölümün eve dönüşünü gören ve kendi kararıyla ölüme giden için, sarsıcı bir modus’a dönüşür bu durum.
“Görmek acısı sürsün” s.118
Görmenin algıya, algının varlığa ve varoluşa ilişkinliği bu sıralı düzeni, belki görülen yüzünden ama belki de görülemeyenler yüzünden acıya dönüştürebilir. Bu halde acı, algısal deneyimin ve varlığa gelenin kuşatıcı unsurudur. Acı ile var olmak ya da “görmek acısının”süregenliği ise bir aporia’dır ve o varlık hali, belki ve sadece şiirle ifade edilebilecektir.
“Ellerim, eksik cennetim benim.” s.136
Arafta olanın gerilimi büyüktür. Cennetin veya cehennemin eşit mesafede olduğu varsayılırsa, Araf asılı kalan ruhun, asılı kalışının uzamıdır. Oya şiir kendi cennetini ve cehennemini de, mülkü olan sözcüklerle yaratabilir ya da şair, böylesi bir yanılsamaya kapılabilir. Eller ve dokunma duyusu algısal gerçekliğin, görmek ediminden sonraki yurdudur. Ve Nilgün Marmara, bu bağlamda kendi cennetini şiirine ekler. Aynı zamanda eller, varoluşun en güçlü simge ve modus’larındandır.
“Manolya delirdikten sonra,” s.146
Hayatın ve varoluşun içerisinde eşikler vardır. Bu eşiklerin aşılması ya da sınanması varoluşa dair olanakların sınanmasıdır. Çünkü bir eşik aşıldığında yeni bir yol açılır. Ve manolyanın delirmesi tam da böylesi bir eşiktir. Şair gördüğünü ve gözlemlediğini oluş’a dair ifade ederken kendi ahvalini de dile getirir. Eşik aşılır, manolya delirdikten sonra modus’lar da farklılaşacaktır.
“Bir kez, tünemiş ensemize Nemesis.” s.158
Adalet, intikam ve denge tanrıçası olan Nemesis, aynı zamanda düşman anlamına da gelir. Sıkıntılı bir durumun ifadesidir bu dize. Enseye tünemiş Nemesis, adalet, intikam ve dengenin iç içe geçtiği bir kaosu, ontik aporia’yı ifade eder. Ve şiir bu kaosun içerisinde nüvelenir. Nilgün Marmara bu hali görmüş ve yazmıştır. Bu farkındalık da poetik bir kavrayış ve sonuçtur.
“Şimdi’nin bedeni yok,” s.172
Oysa bedensiz varoluş simgeseldir. Bedeni olmayan bir varlık hayalidir ve imgesel çağrışımlarla bir simgeyi tanımlar. Bu halde bedeni olmayan şimdi, neyin simgesidir? Şimdi, zamansal niteliği ile an’a ve oluş’a aittir. Geçmişle gelecek, şimdi’nin ötesinde berisinde konuşlanmıştır. Zaman geçer ve gelen ölümdür. Şimdi ise bedensiz ve simgesel bir oluş’unmodusudur.
“…Çocukluğun kendisini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..” s.175
Bu dizeler ya da kitabın sonundaki bu son not, Nilgün Marmara poetikasının, şiir algısı ve dışavurumunun bütün niteliklerini, örtük ve açık olarak içerir. Hatta bize göre kitabı sondan başa, bu dizelerden başlayarak okumak gerekir. Böylece son modusdan ilk modusaulaşıldığında, yitirilen çocukluktan getirilenlerle poetik ve ontolojik çevrim tamamlanacaktır. Ve açıklıkla algılanacaktır ki “çocukluk” Nilgün Marmara’nın poetikasının kurucu öğesidir. Aporia içerisinde, var kalmaya çalışan ve moduslarını, varlık kiplerini son derece yalın dizelerle ifade eden şair, kederli ve mutlak bir bengi dönüşle çocukluğuna, yitirilen çocukluğun imge-anlam’ına ulaşır. Çocukluğundan getirdikleri ya da o varlık kipi, mutlak bir çelişki içerisinde yitirişin neliğine ve onto-poetik imge-anlam’a içkinleşir. Çocukluğun saflığı, masumiyeti akış içerisinde yitirilirken, geriye kalan Daktiloya Çekilmiş Şiirler’dir.
Şimdi yapılması gereken, bu şiirleri ve kitabı sondan başa okumaktır. Okurken vurguladığımız kavramsal niteliklere yoğunlaşarak, aporia içerisinde, var kalmaya çalışan ve kalışının, oluş’unun kiplerini, modus’larını ifade eden şairin, bize armağan ettiği imge-anlam’ı daha derinden algılamanın zamanıdır. Kuğuların ölüm öncesi ezgilerini duymak veya çocukluğun en güzel anısını yeniden anımsamak ve saf bir biçimde akışta olan yitik imgeleri var kılmak için zamana direnmelidir şiir.
Nilgün Marmara, geride kalanlara varlık kipi olarak şiirini ve çocukluğun yitik imgesini bırakarak çekilmiştir bu ıssız yalnızlıktan…
(1)- Bu dizeler, metindeki şiir alıntılarını da yaptığımız “Nilgün Marmara, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, s.175, Şiir Atı Yayıncılık, 1.Baskı, Ekim1998, İstanbul” baskısında mevcutken, an itibariyle satışta olan Everest Yayınları tarafından basılmış kitapta bulunmamaktadır. Son derece önemli ve poetik bir odak noktası, modus olan bu dizelerin, neden kaldırıldığı ve yeni baskılarda, misal 14.Basım-Nisan2017, 21.Basım-Haziran2023 bulunmadığı yayımcı tarafından mutlaka açıklanmalı ve bu eksiklik ivedilikle düzeltilmelidir.
SERDAR AYDIN
*Sincan İstasyonu, Eylül-Ekim 2024, sayı 133’de yayımlanmıştır.