“Hiçbir şey değilim
Hiçbir şey de olmayacağım
Bir şey olmayı isteyemem
Ancak, dünyanın bütün düşleri var bende.” (1)
Alvaro de Campos
Felsefenin ne olduğu/olmadığı üzerine felsefe tarihi boyunca çeşitli yaklaşımlarda bulunulmuş, tanımlar yapılmıştır. Ancak, genel geçer bir tanımlamaya ulaşmak hayli zor. Her tanım, tanımlanmaya çalışılan öze ilişkin bir yaklaşım olarak görülebilir. İşte aşağıdaki tümce böyle bir yaklaşımın ifadesi:
“….felsefe, kavramlar yaratmayı içeren bir disiplindir.”(2)
Bu tümce, “Felsefe nedir?” sorusuna verilecek “yetkin” yanıtlardan biri olabilir mi? Olabilir. Olmayabilir de. Ancak, kavramlar yaratmayı içeren bir disiplin nitelemesi ilgi çekici. Kavramların felsefe açısından vazgeçilmezliği, düşünce üretilen her alanda geçerli. “Düşünmek” edimi, en yalın haliyle, kavramlar üretmek, kavramlar arası ilişkiler kurmak, bu ilişkilerden yararlanarak yorumlar oluşturmak biçiminde tanımlanabilir. Bir kavramın irdelenmesi ve bu irdelemeye öznel yorumların eklenmesi ile ulaşılan sonuç ya da yeni bir kavram yaratmak, düşünce üretiminin sıralı ilişkisini ortaya koyar. Kavramlar arası ilişkinin tarihselliği ise bir yönüyle “felsefe tarihi”nin tanımıdır. Dolayısıyla felsefenin kavramlar arası ilişkiler kurma ve yorumlar üretme niteliği, öncül olarak kavram yaratmayı içeren bir disiplin olması ile koşuttur.
“Her zaman yeni kavramlar yaratmak; felsefenin amacı budur. Kavram, yaratılmak zorunda olduğu içindir ki, onu bir güç halinde kendinde taşıyan kişi, ya da onu yaratacak güce ve yeterliliğe sahip kişi, kimliğiyle filozofa göndermede bulunur. Yaratmanın, daha çok duyulur olanın ve sanatların alanına özgü olduğu yollu bir itiraz olamaz, sanat zihinsel bütünlükler [entités] var ettiği ölçüde, felsefece kavramlar da “duyumluluklar”dır [sensibilia]. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, kesin anlamda kavram yaratmak yalnızca felsefeye ait olsa da, bilimler, sanat ve felsefeler, hepsi birden yaratıcıdır. Kavramlar, gök cisimleri gibi önceden tamamlanmış olarak bizi beklemezler. Kavramlar için ayrı bir gökyüzü yoktur. Onlar keşfedilmeli, üretilmeli, ya da asıl, yaratılmalıdırlar ve yaratıcılarının imzasını taşımadıkça da bir şey olamazlar.” (3)
G.Deleuze ve F.Guattari, kavram yaratmanın felsefenin amacı olduğunu savlayıp, bilimlerin ve sanatların da hep birlikte yaratıcı olacaklarını vurguluyorlar. Bu durumda sadece filozofların değil, sanatçıların da kavramlar yaratabileceği söylenebilir. Başta “Kavramsal Sanat” olmak üzere çeşitli sanat akımları düşünülürse, sanatın kavramsal niteliğinin önemi belirginleşir. Dolayısıyla bir kavram ya da sanat nesnesi yaratmayı, bağlam farklılıklarına rağmen koşut edimler olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca eleştirinin, en genel anlamıyla bir kavramlaştırma pratiği olduğu söylenebilir. Felsefi, ekonomik, siyasal, toplumsal, estetik vb. her türlü eleştiri geleneği, tümel bir nitelik taşıyan kavramlaştırma, eleştirme olgusunun alt kolları olarak tikel eleştiri alanlarını oluşturmuştur. Sanat eleştirisi de bu tikel alanlardan biridir. Sanat yapıtını / nesnesini sezgiden, duyumdan kavramlara ulaştırmak, ya da (tam tersine) kavramlardan hareketle yapıtta nesneleşen sezgileri, duyumları açımlamak, çözümlemek, sanat eleştirisinin ilgi alanındadır. Esas olan, merkezinde sanat yapıtının / nesnesinin olduğu bir “yorum”dur. Ve bu “yorum”, kavramlar yaratma, kavramlar arası ilişkiler kurma yoluyla yeni bir bilgiye ulaşmayı sağlar. Böylesi bir bilgi “eleştirinin yorum bilgisi” olarak adlandırılırsa, yorumu yapıp bilgiyi oluşturacak özne eleştirmendir. Bu noktada, genel kabul görmüş yaklaşımlar olsa da, eleştirmen sayısı kadar yorumun ve eleştirme yönteminin olduğu düşünülebilir. Sanat/eleştiri tarihinin basmakalıp ölçüleriyle yapılacak standart yorumlar yerine, nesnel bilgiyi içeren ama öznelliği ortadan kaldırmayan yaratıcı yorumlar, eleştirinin de yaratıcı bir alan olması sonucunu doğuracaktır. Sorun, bir anlama ve algılama çabası olarak tanımlanabilir:
“Eleştiri, yargılamayı değil, anlamayı ve çözümlemeyi öngörmelidir.” (4)
Bütün bu koşutluklar, bir “şiir uğraşıcısı” olarak kendini şiirin sonsuzluğunda ifade etmeye çalışan ben’i; düşündüklerimi, duyumsadıklarımı ifade etme yolunda kavramlar yaratmayı “denemeye” zorladı. Bu amaçla, başlıkta kullandığım “Karşıt Geçişimli Süreç” adlı kavramı bir süre önce tanımlayarak, deyim yerindeyse, yarattım. Ve bu kavramın ilk uygulamasını ya da yorum oluşturma denemesini, Mehmet Taner Şiiri üzerine yazdığım bir yazıda gerçekleştirdim. 1966’da başlayıp günümüze ulaşan Mehmet Taner Şiirleri temelinde yazdığım yazı, belli konularda düşüncelerimi açık olarak ifade etmemi sağladı. Toplumsal hareketliliğin dorukta olduğu yıllarda, dünyada Beat Generation fırtınaları eserken, başta şiir olmak üzere, ülkemizdeki sanatsal üretimin nitelik karşılaştırması, bir yandan 70’li yıllar şiiri ile yüzleşmemize neden olurken, bir yandan da şiirin / sanatın toplumsal yapı ya da real hayatla olan ilişkisini sorgulamamızı sağladı. Bu yazıda, küçük İskender’in 1988’de yayımlanan ilk kitabının bir bölümünü “Karşıt Geçişimli Süreç” adlı kavramlaştırmamızın odağında irdeleyeceğiz. küçük İskender’in ilk kitabının bir bölümü üzerinde durmamızın birçok gerekçesi var: 80 darbesinden sonra gelişen toplumsal yapının içerisinde yaşayan ve üreten küçük İskender’in şiirleri, real hayatın şiire / sanata ve şiirsel / sanatsal üretime olan etkilerini siyasal, toplumsal, etik, estetik, poetik düzeyde irdelemek için önemli ip uçları veriyor. Ayrıca bugün üretilen şiiri algılayıp anlamlandırmamız için incelemesi gerekli bir şiir toplamı. Böylesi bir inceleme, Mehmet Taner Şiiri’yle ilgili yazımızda 70’li yıllar üzerine oluşturmaya çalıştığımız bakış açısının Karşıt Geçişimli Süreç bağlamında geliştirilmesine koşut olarak 90’lı yıllar ve günümüz şiiri hakkındaki düşüncelerimizi ifade etmemize de olanak sağlayacak.
Öncelikle Karşıt Geçişimli Süreç’in ne olduğuna ilişkin olarak, Mehmet Taner Şiiri ile ilgili yazımızdan bir alıntı yapalım:
“Tümeller ile tikeller, ya da genel ile özel arasındaki ilgi ilk anda hiyerarşik olarak kurulabilir. Bu durumda en önemli özellik tümelin tikeli, genelin özeli kapsamasıdır. Ancak, kavramsal düzeyde bu durum her zaman söz konusu değildir. Sözgelimi, toplum “tümel” olanı belirlerse, birey “tikel” olacaktır. Dolayısıyla bireyin özellikleri toplumun özellikleriyle koşut olmalıdır. Toplumsal olan bireysel olanın üstünde, bir üst kategori olarak bireyin hayatını belirleyecek, birey bu belirlenime uygun yaşadığında, toplumsal hayatta ve bireysel hayatta herhangi bir sorun oluşmayacaktır. Ancak, bu sıralı ilişki her zaman yolunda gitmez. Son kertede toplum ile birey, toplumsal ile bireysel olan iki karşıt olguya dönüşebilir. Toplumsal değerler ile bireysel değerler çatışabilir. Birey toplumla, toplumsal değerlerle mücadele etmeye başlar, kendi değerlerini ya da değersizliğini ortaya koyarak varlığını gerçekleştirmeyi ister. Söz konusu birey bir sanatçı ise çatışma çok daha yoğun ve trajiktir. Ve bu çatışma hali sanatçının yapıtlarına varoluş kipleri olarak yansıyacaktır. Bu yansımayı tümeller-tikeller açısından da tanımlayabiliriz. Ontolojik olarak yapıtı oluşturan real ve irreal varlık tabakalarını toplumsal ve bireysel olarak yeniden adlandırabiliriz. Bu durumda toplumsal ile bireysel arasındaki çatışma ya da her türlü ilgi, yapıtın varlık tabakalarına yansıyacaktır. Yansımanın özellikleri, var olan ilişkinin / çatışmanın yoğunluğuna göre değişebilecektir. Bazen toplumsal / real olanın ağırlığı artacak, bazen bireysel / irreal olan ağırlık kazanacaktır. Ancak, kesin olan, bu iki olgu arasında her durumda ontolojik bir ilginin, yansımanın olacağıdır. Bu durum birbirinin içerisinde karmaşık psikolojik bir olgu olarak gerçekleşirken, oluşacak sentez son noktada yapıtta nesnelleşecektir. Yapıtın değeri / değersizliği, birçok başka öğeyle birlikte, bu sentezin başarı ile kurulmasına, estetik bir yapı içerisinde ifade edilmesine bağlıdır. Bu otonom bir süreçtir; müdahaleyi içermez. Herhangi bir şekilde müdahale, yapıtın ontolojik uyumunu (harmonia) bozar, onu değersizleştirir. Yani sanat komiserlerinin belirlediği ölçütlerin ya da fildişi kulesinden ahkamlar kesip kendini tatmin eden sanat esnafının bir değeri ve anlamı yoktur. Sorun, toplumsalla-bireyselin, realle-irrealin iç içeliğinden, yaşadığı anın ve insanlığın tarihsel, toplumsal, siyasal vb. gerçekliklerinin farkında olarak estetik yapıtlara ulaşmaktır. Bu durum gerçekleştiğinde yapıt, sanat yapıtı niteliğine sahip olacak, zamana karşı aşkın bir olguya dönüşecek ve sonsuzluğa ulaşacaktır. Belirlemeye çalıştığım bu süreç, kendi doğası içerisinde otonom olarak işlerken, toplumsalın ya da bireyselin abartılı, dengeyi bozacak şekilde ağırlık kazandığı durumlar, sapmaları oluşturacaktır… Yapıtın yaratım sürecinde, dikte edici bilincin, kavramsal bilginin müdahalesi olmadığında böylesi sapmalar oluşmayacaktır. Çünkü saltık anlamda bu iki olgunun/varlık tabakasının birbiriyle ilişkilenmemesi düşünülemez. Sorun, bu ilişkileri görecek, daha doğrusu algılayacak öznenin algı eşiğindedir. Böylesi bir algı eşiğine sahip olmayan algılayıcılar her zaman yanlış yorumlarda, saptamalarda bulunacaklardır.”(5)
Yukarıdaki alıntı Karşıt Geçişimli Süreç’in genel niteliklerini serimliyor. İki karşıt durumun birbirine yönelik geçişim ilişkisini “zamana / sürece göre” tanımlayan bir işlev olarak da adlandırılabilir, Karşıt Geçişimli Süreç. Yapıtı oluşturan real ve irreal varlık tabakaları bu yaklaşım içerisinde karşıt durumları oluştururken, bu iki varlık tabakasının birbirine yönelik geçişim ilişkisi, Karşıt Geçişimli Süreç’in sürece bağımlı dinamik yönünü belirler. Bu kavramın ayrıntılarını Mehmet Taner Şiiri ile ilgili yazıda açıklamıştık. Mehmet Taner ve şiiri, 1970’li yıllarda bir erişkin olan şairin yaşanan hayat ile olan çok boyutlu ilişkisinin poetik sonuçlarını ortaya koymuştu. Doğum tarihi itibarıyla o yıllarda çocukluğunu, ilk gençliğini yaşayan ve Taner’in bir erişkin olarak yüzleştiği toplumsal hayatla bir ergen olarak yüzleşmek zorunda kalan küçük İskender’in, o yıllar boyunca edindiği her türlü deneyimini, bilinçaltı / bilinç üstü etkilenimlerini şiire dönüştürüp poetik olarak dışlaştırdığını düşünebiliriz. Böylesi bir düşünüş şekli, 1966’lardan günümüze ulaşan süreçte, şiirin, iki farklı şairde temellenen poetik kodlarını çözümlemede, real dünya ve varlık tabakası ile irreal varlık tabakaları arasındaki geçişim ilişkisini ve poetik sonuçlarını belirlemede oldukça önemli görünüyor bize. Diğer bir önemli nokta ise bugünün şiirini algılamada böylesi bir değerlendirmenin zorunlu oluşu. Bugün ilk şiirlerini yayımlayanların nelerden beslendiklerini, nasıl bir şiir ürettiklerini algılamanın başka yolu yok gibi. Hem değil mi ki tarihsellikten kurtulmuş bir bilinç, her anlamda ve alanda eksik değerlendirmeler yapar. Bu yazılar ve kavramlaştırmalar ile düşüncelerimizi bütünlüklü olarak ortaya koymayı istiyoruz.
Şimdi İskender’in 1988’de yayımlanan Gözlerim Sığmıyor Yüzüme adlı ilk kitabının üçüncü bölümü olan “Kerem İle Şule’nin Ayrılık Senfonisi”ni odak alarak, Karşıt Geçişimli Süreç’in nasıl gerçekleştiğini göstermenin zamanıdır. Öncelikle bölüm adında kullanılan senfoni sözcüğünün kavramsal karşılığına değinelim:
“Senfoni (Alm. Symphonie, İng. Symphony, İtal. Sinfonia): Yunanca “art arda gelen seslerin uyumu” anlamındaki “simfoniya” sözcüğünden ve Latince “ses ve çalgıların uyumlu olarak birleşmesi” anlamında kullanılan sözcükten. (1) İlk olarak 17. yüzyılda insan sesi için yazılmış bestelerde, yalnız çalgılar için olan bölümleri (giriş müzikleri, danslar, ara müzikleri) anlatmak için kullanılmıştır. (2) 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra uygulanmış anlamıyla; sonat biçimine uygun orkestra yapıtı.” (6)
Senfoni tanımının bileşenleri göz önüne alındığında, bölüm adının anlam alanı daha iyi anlaşılır. küçük İskender, iki özel adın iyeliğinde yaşanan bir ayrılığın senfonisini “seslendireceğini” daha en başta bölüm adıyla duyuruyor. Okur / alımlayıcı, bu belirlemeyle karşılaşacağı senfoninin öncül bilgilerine ulaştığını sanarak, kendi öznel deneyimlerini, öğrendiği aşk ve ayrılık ritüellerini anımsıyor. Böylesi bir önseme alımlayıcıya sunulmuş bir veri olarak kabul edilse de, senfoni ilerledikçe bu verinin bilindik anlamından uzaklaşıldığı, yaşanan ayrılığın bilinen, anımsanan ayrılıklarla pek de ilgisinin olmadığı, bambaşka, ama bildik, tanıdık bir “uzayda” yaşanmış bir aşk ve ayrılık deneyiminin poetik kodları arasında yol alınacağı anlaşılıyor. Senfoni tanımındaki “art arda gelen seslerin uyumu”, ses ve çalgıların uyumlu olarak birleşmesi gibi nitelemelerin, bu başka “uzayda” yeni anlam alanları oluşturduğu ilk dizelerden başlayarak görülmekte. Art arda gelen seslerin, yani “ses ve çalgıların uyumu” toplumsal bağlamda bireyin öznelliği ile ilişkilendiğinde ortaya çıkan sonuç, şairin yaratma sürecinin nirengilerini belirliyor. Senfoni ilerledikçe, önceki sayfalarda söz ettiğimiz olguların bir şair tarafından poetik olarak nasıl algılanıp dışlaştırıldığı açık seçik olarak görülmekte.
“Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi”nin önemli bir niteliği de “anlatım” ve söylem özellikleri: Koral bir senfoni ile karşı karşıyayız. Senfoninin koral niteliği, temel karakterler olan Kerem ile Şule’de varlık buluyor. Koronun söyleyecekleri, bu iki karakter tarafından dillendiriliyor. Ve iki karakterin yarattığı senfonik koronun tınısı yayılıyor sanki söylem düzlemine. Çoğulluk, anlatılacak olanın toplumsal formuna bir gönderme. Tekillik, aşkın doğasına uygun. Birbirine aşık iki özne sırayla söz alıyor. İfadelerinde, aşkın yaşandığı toplumsal bağlam yoğun olarak kendini göstermekte. Karakterlerin öznel nitelikleri de bu ifadeler içerisinde belirtiliyor. Diğer önemli nokta, “anlatımın” nitelikleri. Anlatımcı (narrative) veya öyküleme tekniğinden yararlanan şiirin kanımca en önemli özelliği, anlatımın niteliği ile anlatılan arasında kurulacak ve şaire içkin olması gereken özgünlük ilişkisidir. Bu ilişki kurulduğunda, poetik yapı bütünlüğe kavuşacak, sıradan bir anlatma edimi farklılaşarak şiirleşecektir. İncelemeye çalıştığımız şiirsel yapıda bu başarılmış, yani anlatımın niteliği ile anlatılan arasında şaire içkin özgünlük ilişkisi kurulmuş, bu ilişkinin sonuçları yapıtın bütününde şiirsel öğeler olarak varlık bulmuştur. Gerek sözdizimi ve sanatları gerek bunun sonucunda oluşan poetik söylem ve anlamsal bağlam, özgündür. Tam da bu nokta da bir saptama da bulunmak lazım: Son zamanlarda anlatımcı ve öykülemeci şiirden, deyim yerindeyse “nefret” eden, nefretini yazılarına taşıyarak toplumsallaştıran ve bu iki yönsemeyi “kötü şiirin, manzum bile olamayan söz kalabalıklarının” varlık gerekçesi sayan bir takım “şairler, eleştirmenler, entelektüeller vs.” sıklıkla görüş belirtmeye başladılar. Bizim için anlaşılmaz bir durum. “Kötü şiir” veya “şiir olamayan şey” tekniğe bağımlı olmadan, kötüdür. Son derece başarılı örnekleri de bulunan kimi teknikleri kötü şiirin gerekçesi saymak, yapıtı baz almayan büyük bir genellemeden ve abesle iştigalden başka bir şey değil. Anlatımcı ve öykülemeci teknik karşıtlarının durumdan vazife çıkarıp savlarını ispatlamaları gerekiyor. Sözgelimi, bizim bu yazıda irdelediğimiz ve bu tekniklerin oldukça başarılı bir örneği saydığımız “Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi”ni, anlatımcı ve öykülemeci teknik karşıtlarının irdelemesi ve “kötü şiir” ise bu kötülüğü herkese göstermeleri gerekir. Ayrıca bununla da kalmayıp Türkçe Şiirin her anlamda “usta” şairleri olan Melih Cevdet, Oktay Rifat, Ahmet Oktay, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi birçok şairle de hesaplaşmaları gerekir. Bütün bunları yapmadan, çözümlemelerde bulunmadan, kendinden menkul hikmetler buyurarak “anlatımcı ve öykülemeci” teknikte yazılmış her şiirden “nefret edenlere” ya da “nesnel şiir” diye ucubeler uyduranlara karşı “gülmekten” başka bir şey yapılabileceğini sanmıyoruz. Neyse, tekrar “Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi”ne dönelim ve ilerleyelim:
Alımlayıcı, “1. kerem dedi ki” şeklindeki söz başlangıcında yabancısı olmadığı, Anadolu’ya özgü bir olguyla karşılaşıyor. Halk Edebiyatı’nın önemli bir alanını oluşturan halk hikayelerinin söylem özellikleri bu ifade şeklinde anımsanarak, aşık kahvehanelerinde saz ve söz ile hikayeler, masallar, meseller anlatan halk aşıklarının bu gösterilerine ilişkin biçimsel vurgu gelenekle kurulan marazi ilişkiyi belirliyor. Bir başka im ise senfoninin karakterlerinin özel adlarının “Kerem ile Aslı” halk hikayesindeki karakterleri anıştırmasıdır. Fark, Aslı’nın yerine Şule’nin geçmesidir. Ancak iki özel adında dört harften oluşması, şairin bu anıştırma isteğinin etkinliğini ve kurulabilecek “metinlerarası”, eş deyişle öznelliklerarası ilişkilerin işlevselliklerini azaltmıyor. Ayrıca, senfoni ile halk aşıklarının geleneğinde yer alan biçimselliğe ilişkin kesişme noktası başka bir olguyu daha imliyor: “Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi” kurgusal olarak teatral niteliklere sahip. Bir sahne düzeni ya da sahneleme söz konusu. Bu sahneleme içerisinde yer alan her şey, anlatılacak olanın anlam kodlamalarına ilişkin işlevler taşıyor. Senfoni ile halk hikayelerindeki söylem niteliklerinin kesişme noktası, sahnelemenin niteliklerinden yalnızca biri. Sahnelemenin ilerleyen aşamalarında, daha birçok teatral öğe (yeni karakterler, mekansal betimlemeler, efektler, yabancılaştırma efektleri vb.) kullanılmış. Belki de bir tragedya söz konusu. Anlatıcı / şair, karakterler yaratıp, betimlemeler yaparak tasarımladığı trajediyi ya da insanın trajik varlığına ilişkin olanı sahnelemeye çalışıyor. Karakterlerin ağzından aktarılan her şey, tasarımlanan sahnelemenin niteliklerini oluşturuyor. Tiratlar, diyaloglar, monologlar vb. öğeler, sözel yapının biçim özellikleriyle ilişki içerisinde bütünleniyor. Konuşma çizgileri, dizelerin yığılışı, söz öbeklerinin oluşturulması gibi kullanımlar, anlatım ve söylem açısından sahneleme olgusunu destekliyor. Bu sahneleme içerisinde ilk aşama, karakterlerin niteliklerinin betimi oluyor. Böylelikle bireyin ve toplumun alacakaranlık dünyasında mutluluğun ve mutsuzluğun, aşkın ve ayrılığın senfonisi / tragedyası başlıyor:
- kerem dedi ki:
“matematiği sevmeyen çocuklar sevdim ben
kimsenin adını bilmediği, kimsenin çözemediği
geometri problemlerinde…
gül suyunda yıkanmış, yakasına gül ağacı takmış
kadınlar sevdim ben, künyelerinde kendimi ezberledim” (s.79), (7)
Bu dizelerle başlayan senfoninin birinci bölümünde serimleme niteliği ön planda. Yukarıdaki dizelerden başlayarak, karakterlerin nitelikleri belirleniyor. Birinci tekil kişi tarafından dillendirilen nitelikler, ilerleyen bölümlerde yaşanacakların gerçekleşme düzlemini karakterler açısından berkitiyor. Kerem’in kendisine (ve Şule’ye) ilişkin yargı belirten sözceleri karakteristik nitelikleri ortaya koyuyor. Bu bölümde genel olarak senfoninin başkahramanları ile tanışıyor okur. Ancak, bir noktaya dikkat çekmek gerek: Karakterlerin nitelikleri, çarpıcı dizelerle sıra dışılıklarına göndermeler yapıyor. Sözgelimi,
“orkestralara girerdim, bas bariton bir temmuzu çalarlardı
bach’ın donuna tükürür, çükünü koparırdım
oyalarla, nazar boncuklarıyla süsler
kütüphaneme asardım, korusun diye beni şeytandan” (s.80)
dizelerinde Kerem’in “şeytandan korunma ritüeli” çarpıcı bir sözdizimi ve anlam kodlamasıyla aktarılıyor. Söylemdeki anlatımcı, öykülemeci nitelik; serimleme, tanıtma niteliğinin öne çıkmasının bir sonucu. Sonraki dizelerde Kerem ile Şule’nin niteliklerini Kerem’in ağzından öğrenmeye devam ediyoruz. Bu öğrenme süreci, senfoninin “vukuu” bulacağı öznel ve nesnel bağlamları tanımlamak açısından yol gösterici. Ayrıca bu nitelik Karşıt Geçişimli Süreç açısından da önemli. Özneler ve öznelerin içinde bulunduğu “realiteye” ilişkin her bilgi, realite ile irrealite arasındaki geçişimin süreç ile olan ilişkisi açısından işlevsel. Kerem devam eder:
“Ben en cüzamlı albatroslardan dinledim
şarkılarını. Rodostan el sallayan cin bir ağaçtın
belli belirsiz,
onlara görünmeden gelmiştin belli, korkuyordun,
kapıyı açar açmaz sarıldın bana
hıçkırıyordun galiba, sevgime ve sevişmeye
ve dövüşmeye açtın..” (s.81)
Sevgiye, sevişmeye ve dövüşmeye aç olanların karşılaşması, özellikle aşk söz konusu olduğunda mutsuzlukla sonuçlanması kesin bir çetrefilli ilişkinin başlangıcı demek.
“ah şule
eksik bıraktığım sözcüklerdeki harfler gibiydi mimiklerin
esrik bıraktığım yollarda bıçaklanmış katırlar gib
kalçaların. Parmaklarıma çakılı nalçalarla kanattım
omuzlarını. Dilin kıvrıldı, yağlı ve iri bir yılan
ağzımın içinde kendine
sonu mutlu biten bir masal aradı.
.-kaç diye haykırdın, kaç git buralardan,
yine yasak zamirlerle yazmışsın şiirlerini
polis bugün telefonla aradı,
Komiserin, emniyet müdürünün, mürdüm eriklerinin
Ve cinayetin ve işkencenin ve beyaz gecelerin
Sana çok çok selamı var!” (s.81)
Sevgiye, sevişmeye aç olanlar, sonu mutlu biten bir masalın kendini kandırmaya çalışan çocukları; yasak zamirlere yazdıkları şiirlerle, mutluluğun kendilerinden çok uzaklarda olduğunu anlatıyorlar aslında. Kaçması gereken Kerem, yasadışı bir uğraşı ile huzursuzluğun adını koyuyor. Bu uğraşının toplumsal sonuçları ileriki bölümlerde ortaya çıkacak. Şimdiden belli olan, “sonu mutlu biten masalların” ancak ve ancak masalların gerçeküstü dünyasında “gerçekleşebileceği”… Sonraki sayfalarda, Kerem’in kendisiyle söyleşisi sürüyor. Nitelik belirlemesi de. Ancak, bir yerde, anlatının bağlamından çıkılarak üst kurmacaya, yani şiirin ne olduğuna ilişkin bir sav öne sürülüyor:
“ve
şiirse
gerekirse
her an hayatı sırtından
çekinmeden bir vahşi at gibi
silkip atabilir!” (s. 82)
Bu savı öne süren Kerem, senfoniyi / şiiri yazan yazıcının / şairin kendi eylemine ilişkin yargısını da ifade ediyor. Alıntıladığımız dizeler söylem ve ritim açısından kakafoninin egemen olduğu, teknik yönden başarısız dizeler olsa da üstkurmacaya ilişkin ilk bilgiyi oluşturması açısından önemli. Diğer bir nokta, söylemin temel karakteristiği ile ilgili. Denebilir ki senfoninin tamamında şiirsel söylem coşkulu bir nitelik taşıyor. Dolayısıyla bu coşku hali içerisinde yaratılan, sıralanan dizeler üzerinde sonradan pek çalışılmadığı; teknik yönden güçsüz, şiirin iç ve dış ritmini olumsuz etkileyen dizelerin, sözdizimlerinin oluşmasına müdahale edilmediği söylenebilir. Ancak, bizce, böylesi bir “rastlantısallık”, içerik düzlemindeki coşumcu nitelikler ile anlamın yoğunluğu karşısında söylemin doğallığını oluşturuyor. Başka bir anlatımla, söylemin doğaçlamaya dayandığı, dizelerin bir “çırpıda” söylendiği savlanabilir. Bu durum senfoninin içtenliğinin, samimi ve sahiciliğinin bir göstergesi. Üzerinde uzun uzun düşünülmüş “hesap işi” dizeler, belli oranda bir yapaylığın belirleyeni gibi geliyor bize. Kusursuz şiir olamayacağı, hayatın kusursuz olmamasından dolayı. Hayatın içerisinde olan şairin zaman zaman teknik yönden güçsüz dizeler yazması kaçınılmaz. Sorun “sahicilik” noktasında düğümleniyor. Sahici olanın içtenliği, alımlayıcı açısından empatik öneme sahip. Mermer gibi soğuk, sağlam, “ruhsuz” dizeler yerine, sahici, içten olanla kurulabilecek empatik ilişki, alımlama açısından çok daha önemli. Bir de “poetik atmosfer” ile “poetik ton” var. Poetik atmosferine girilemeyen, poetik tonu yakalanamayan “kusursuz” şiirlerin alımlayıcı açısından ne önemi olabilir? Poetik atmosfer ile poetik ton, üzerinde uzun uzadıya durulması gerekli iki önemli kavram; ama bu yazıda sadece değinmekle yetineceğiz. Omurgasını bu kavramların oluşturduğu bir yazı yazmayı sonraya bırakıyoruz. Ancak, açılım sağlaması açısından şiir-dil, poetik atmosfer-poetik ton kavramları için, göstergebilimdeki “dil” ve “söz” ayrımından yararlanarak bir saptama yapmak isteriz. Roland Barthes’e kulak verelim:
“Dil, sözleşmeye dayanan (bir bölümüyle keyfi ya da daha doğrusu nedensiz) bir değerler dizgesi olduğu için, bireyin tek başına yol açtığı değişikliklere karşı direnir, bu nedenle de toplumsal bir kurumdur.” (8)
“Söz de, özü bakımından birleşimsel bir bütün olduğundan, katışıksız bir yaratıma değil de bireysel bir edime denk düşer.” (9)
“Dil ve Söz: Kuşkusuz bu terimlerin her birinin eksiksiz tanımı, ancak, birleşmelerini sağlayan diyalektik oluştan kaynaklanır: Sözsüz dil olmaz, dilin dışında da söz olmaz.” (10)
Bu alıntılardan da görüleceği üzere, toplumsal ve uzlaşımcı niteliğe sahip dil ile şiir arasında doğrudan ilişki kurmak zor. Ancak, bireysel edimin ön plana çıktığı söz, “şiir olan”la daha yakın bir hısımlık içerisinde; çünkü şairin bütün yapıp ettikleri, kendine içkin, özgün ve öznel “söz”ünü oluşturma çabasıdır. Toplumsal bir kurum olan dil ile bireysel bir edim olan söz arasındaki ilgi, bu iki olgunun birleşimini sağlayan diyalektik oluştan kaynaklanır. Karşıt Geçişimli Süreç kavramlaştırmamızda, farklı bir bakış açısı ile değindiğimiz iki karşıt durum arasındaki geçişim tam da bu diyalektik oluşa denk düşüyor. Dil ile söz arasındaki diyalektik ilişki, sanat yapıtının oluşturucu öğeleri olan real ve irreal varlık tabakaları arasındaki geçişim ilişkisine karşılık geliyor. Bu denklik, dil-söz, şiir-dil ve Karşıt Geçişimli Süreç açısından yapılacak çözümlemeler, yorumlar için çok işlevsel. Ayrıca poetik atmosfer ile poetik ton diye adlandırdığımız olgular da bu ilişkiler içerisinde değerlendirilmeli. Bir şairin şiirleri, bireysel varoluşunun izdüşümleri olarak kabul edilirse, bu şiirlerin yaratacağı poetik ton ile poetik atmosfer, yazılanın sahiciliği ve samimiyetiyle bağlantılıdır.
“Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi”, yukarıda değindiğimiz olguların yetkin bir örneği. küçük İskender, toplumsal kurum olan dil ile kurduğu diyalektik ilişkiyi, Karşıt Geçişimli Süreç bağlamında sürece ve geçişim olgusuna bağlı olarak sahici ve samimi bir şekilde aktarıp, kendi bireysel edimi olan “sözünü / şiirini” başarı ile oluşturuyor. Toplumun toplumsal, siyasal, ekonomik, etik, psikolojik vb. bütün bileşenlerinin etkisi ile birlikte bu oluşum, Karşıt Geçişimli Süreç bağlamında şairin bireysel varlığını oluşturan her türlü olguyla ilişki içerisinde dinamik olarak varlık buluyor. İskender’in ilk kitabının, özellikle incelemeye çalıştığımız bölümünün başarısı, bu olguların iç içeliğinden kaynaklanıyor. Tekrar şiire döner, yolumuza dizelerin kılavuzluğunda devam edersek, kuramsal bağlamdaki sözlerimizin poetik karşılıklarını görmeyi, göstermeyi sürdürebiliriz.
Şiirin ne olduğuna ilişkin bilgiyi Kerem’in ağzından edindikten sonra, senfoni, Kerem’in kendine ve Şule’ye ilişkin betimlemeleri, yaşadıkları hayatın real dinamikleri, mekana dair betimlemeler, yapılacaklar, yapılması gerekenler ile sürüyor:
“madem öyle, polis diyorsun
çabuk
bu ana bir taze İstanbul sığdırmalıyız alelacele
bu ana özgün bir ecel, haç biçiminde bir özel bir ıstırap sığdırmalıyız. “ (s.83)
Komiserin, emniyet müdürünün ve mürdüm eriklerinin selamı üzerine olan Kerem, yakın bir vakitte yaşayacaklarının sezgisi ile Şule’ye seslenerek, bir “an” boyunca yaşanabilecekleri ya da zamanın en kısa birimi olan an’a sığdırılabilecekleri sıralıyor. Bu istem, sonraki dizelerde kente, mekana ilişkin olarak yineleniyor. Kerem’in bazı sözleri, şairin şiir geleneği ve diğer şairlerle kurduğu, kurmayı istediği ilişkileri serimliyor:
“edip abi’nin kucağında mor bir kurbağa vardı
bize devamlı Yakup’u soruyordu: O, yani Yusuf, Yusuf mu?
dedim?
hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum…Gelmedi mi?
Kurbağanın ağzına kaşıkla rakı, çatalla peynir veriyordu
çişim geliyordu, kalkamıyordum, imsak sakallı bir derviş
gibiydi
ece abi. Devlet dersinde öldürülen oğlunun ardından içen
bir baba gibi, şizofren arifelere sahur davuluyla kalkın
diyordu. Teraviyi kaçıracağız! Hangi camii alır ki bizi abi?” (s.85)
“Kafalar bulanınca Ahmet Erhan bir mit, biz birer rum tanrı” (s.86)
Betimlemelerden sonra Kerem’in yaşadığı hayata ilişkin bilgi daha da çoğalırken, senfoninin birinci bölümünün sonu geliyor. Nazım Hikmet’in “Tahir ile Zühre” şiirindekine benzer bir söyleyişle, sitemkar ve kararlı bir tonla Şule’ye seslenilerek ilk bölüm bitiriliyor.
“Ne yazar! Sen sevmemişsin…
Belki doğmamışsın sen daha, serpilmemişsin daha belki
dişi hormonlarıyla beslenen bir göğüs gibisin” (s.86)
“bazen karımsın, bazen metresim, bazen kilometrem
bazen fersahım, bazen sadrazamım, bazen faşizmimsin!
anlasana be, bazen orospum, bazen sana hiç değmeden de
bir tek benimsin!” (s.87)
Bu dizelerdeki anlatım biçimi, yer yer lümpen, ataerkil, maço nitelikler taşıyor. Her türlü gerilimin yaşanması olası aşk’ta böyle ifadelerin kullanımını aşkın doğası içinde değerlendirmek gerektiği kanısındayız. Ingeborg Bachman’ın, “Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” tümcesi bu gerçekliğin başka bir ifadesi sayılabilir mi?
“işte şule
tutuklanıyorum” (s.87)
- şule büyüyünce orospu olacak:
Senfoninin ikinci bölümü, Kerem’in tutuklanması ile son bulan birinci bölümün tutuklanmayı ifade eden dizelerinin yarattığı belirsizliğin gerilimi ile başlıyor, bir sinema salonuna film izlemeye giden Kerem ile Şule’nin bazen monolog bazen diyaloglarıyla gelişiyor. Bu diyalog ve monologların başlıca işlevi, Kerem ile Şule arasındaki aşkın gerilimini ortaya çıkarması:
“şule
bu ana bir film sığdırmalıyız alelacele
karanlıkta yerimizi bulup oturmalıyız hemen
yer göstericinin fenerinde bir yaşlı balina ölüsü olmalı” (s.88)
Bu dizelerle başlayan ikinci bölüm, Kerem’in Şule’ye yönelik, ancak, kendi varlığını ifade ettiği sözleriyle sürüyor. Önceki sayfalarda,
“çabuk
bu ana bir taze İstanbul sığdırmalıyız alelacele” (s.83)
biçimindeki dize yapısı, bölüm başında aynen tekrarlanıyor. Böylelikle önceki şiirsel blok ile ilişki kurulurken, bundan sonra yaşanacakların, söze geçirileceklerin organik bağı da oluşmuş oluyor.
“şule
sigara tablasında siperlenmiş iki kırık sperm gibiyiz seninle
aynı lunaparkı aydınlatan iki ayrı sistemin iki ayrı ayı gibi
aynı gözdeki iki ayrı renk gibiyiz
arkasından birlikte seslendiğimiz
o sevinçler, o denizciler, o menevişler nerede?
olası ki haritası kafatası olan bir yerde ya da
atardamarlarında bas-bariton bit temmuzun…
şule!
Sen ağlıyorsun?!” (s.91)
Ağlamak… Sona, ayrılığa yaklaşan her aşkın ulağı olan gözyaşları… O korkulu, ama bir o kadar da kaçınılmaz sonun ulağı. Hem değil mi ki “mutlu aşk yoktur!” İşte Kerem ile Şule de ayrılığın eşiğindeler, Şule ağlamakta. Ayrılık, sinsi adımlarıyla aşığın kalbini parçalamak için harekete geçmiştir.
“ayrılırsak bir daha tanışamayacağız asla
ayrılık yabancılaşmanın mat rengidir
zevksiz bir gökkuşağını beline dolayıp
kaşarlanmış bir orospu gibidir…” (s.91)
Ayrılığa dair söylenen güçlü dizeler, bu dizeleri okuyanların kuracağı empatik ilişkinin gücünü artırıyor. “Zevksiz bir gökkuşağını beline dolayan, kaşarlanmış bir orospu” olan ayrılık emin adımlarla yaklaşırken, aşıkların bu olgu karşısındaki tavırlarının ne olacağı merak konusu. Kimdir ayrılmak isteyen? Kerem ile Şule’nin ayrılmasındaki zorunluluk nereden kaynaklanır? “Mutlu aşk yoktur”un kötücül kehaneti açıklayabilir mi her şeyi? Belki. Ancak, yadsınamaz olan, mutluluğun ya da mutsuzluğun oluşturucu öğelerinin çeşitliliği. Bireylerin özgül iradelerinin dışındaki real hayatın, nesnel koşulların dayatmaları yaratıyor, belki de mutluluğu / mutsuzluğu… Özellikle günümüzde “samanlığın seyran olma” olasılığı tam bir romantik hayal. Bir de Kerem gibi “yasak zamirlere” şiirler yazıyorsanız, aşk da, aşkın getireceği mutluluk da sizin için ham bir hayal. Belki de bu yüzden en bireysel mutluluklar bile inançların gerçekleşmesi umuduna bağlanıyor. Bu durumda, inançlarınızın sizi ulaştıracağı tasarımsal dünya için kendinizi feda etmenizden daha “doğal”, ne olabilir!? Her ne kadar “mutluluk sürüp giden çelişkiler..” (11) olsa da… Ve Şule söyler:
“görüyorsun kerem
gün geliyor bütün sevdalar kirleniyor
bütün gökler, bütün balerinler, bütün nilüferler
hatta beyazlar da..
bırak peşimi, lütfen, peşin hükümleri… bırak!
kerem, kuşlar kadar özgür ve güzel olsak da
göğe bak sevgilim! göğe bak! Görüyorsun, şu mavi
ve hayat bizi içine almayacak kadar ufak…” (s.91, 92)
Şairin şiir geleneği ile kurduğu ilişki bir kez daha beliriyor ve poetik ifadenin özgünlüğünü oluşturuyor; çünkü “göğe bakmanın” poetik tarihi doğrudan Turgut Uyar’a bir gönderme. İskender, gelenekle ilişkisini İkinci Yeni’nin güçlü dizeleri, şairleri ile kurarak, poetik kökenine ilişkin bilgiyi nesnelleştiriyor. Bir önceki yazımızda konu edindiğimiz Mehmet Taner, gelenekle ilişkisini Divan ve Halk Edebiyatlarıyla kurarken, küçük İskender İkinci Yeni şairlerine (şiirin bu noktasına dek, doğrudan Edip Cansever ve Turgut Uyar’a) göndermeler yapıyor. Şair, bu göndermelerinde belirtme gereksinimi duymuyor. Böylesi bir gereksinimin duyumsanmaması, İkinci Yeni’nin başat niteliklerinin, doğal olarak küçük İskender’in şiirinin de başat nitelikleri olması sonucunu doğuruyor. Anlam, dil ve söyleme ortaklıkları, İkinci Yeni şiiri ve şairleri ile kurulan organik ilişkinin göstergeleri. Belirli ölçüde bir etkilenimin varlığından söz etmek de olası. Özellikle Edip Cansever’in ve Turgut Uyar’ın söylem niteliklerinin etkileri üzerinde durulabilir. Kanımca bu etkiler, “şiirlerarası” olmanın bir sonucu. Ya da duygu ortaklıkları, öznellikler arası kurulabilecek ilişkiler, böylesi bir sonuca yol açmış. Ancak, sonuçta küçük İskender, kendine içkin, özgül ve özgün poetik algısını dışlaştırmış. Dolayısıyla geleneğin “olumlu” etkisi söz konusu. Şairin özgün poetik varlığını gerçekleştirmesine engel olmayan her türlü etki, olumluluğu çoğaltan bir öğe olarak değerlendirilebilir. Bu olgunun “şiir-şair-gelenek” üçlüsü açısından üzerinde durulması gerekli. Özellikle 90’ların ilk yarısından bu yana şiirler yayımlayan günümüzün “genç” şairlerinin şiirlerini algılayabilmenin en önemli koşulu, poetik gelenekle kurdukları ilişkinin irdelenmesiyle olası. Bu irdelemeyi gerçekleştirmeden varılan toptancı yargılar, “genç şiirin” algılanma olanağını en baştan güdükleştirir. Ayrılık senfonisine dönelim:
“ben de ağladım kerem, ben de ağladım!
ne yazık ki, umarsız, şehvetin etli atına binip
bu gece — son kere
vahşetin satırlarında dağılacağız!
ayrılacağız kerem, mümkünü yok!
ayrılacağız!“ (s.94)
Karar kesindir: Ayrılacağız!… İşte, bir aşkın daha sonuna gelinmiştir. Kadın ki sevilendir, gidecektir. Seven ki erkek, kalacaktır. Hayatın içerisindeki en umarsız durumlardan biridir, söz konusu olan. Bu umarsızlığı, üzerinden silkip atmaya kimsenin gücü yetmez. Gidemeyen, kalan, mutlak sessizliği içerisinde uğunup, çığlıklar atıp aşkını sayıklamayı sürdürse de ne çare!
“şule!
unutma!
yaşadığımız şu şey
hayatın bize armağan ettiği çiçek dürbünüdür.
ve yine unutma ki yarın yalnızca
GÜZEL ÇOCUKLARIN VE SABREDENLERİN VE
SEVENLERİN
mutluluğa yeniden kabul günüdür!“ (s.94)
Kerem; inançlı ve aşık Kerem, inançlarıyla aşkını bir daha bütünleştirir. Yarına, mutluluğa kabul edilme gününe duyduğu inançla aşkını bir çiçek dürbünü olarak algılayan Kerem, uğruna mücadele ettiği inancı, ütopyasıyla o anki duygu durumu arasında doğrudan bir ilişki kurmuştur. Bu yargı belirten sesleniş ile ikinci bölüm de biter.
- şule’nin haminnesi parti kuruyor ve 4. kerem’in dedesi Tevfik Fikret miymiş? :
Daha önce değindiğimiz sahneleme olgusu, 3 ve 4. bölümlerde daha da belirgin. Kerem ile Şule’nin majör karakterlerinin yanına, önce Şule’nin haminnesi Halide Hanım, ardışık bölümde de Kerem’in Tevfik Fikret olmasından “kuşkulanılan” dedesi minör karakterler olarak eklenmekte.
“rivayet şudur ki şule’nin haminnesi halide hanım artık
bunamıştır. Renk renk sutyenleri ve hiç gitmediği
okyanusları vardır. Aşağıdakiler şule’nin ona derdini açtığı
bir akşamüstü, tavan arasından indirttiği ceviz kaplama
sandıktan çıkardığı dosyadan alınmıştır. Bunlar bir
olasılık halide hanım’ın ayrılık fantazileri üzerine M.Ö.
kurmaya çalıştığı Bisütün Partisi’nin içtüzüğündendirler:”
“mazoşistler cehenneme gitmek için sevap işler!“ (s.95)
Yukarıdaki dizelerde Halide Hanım, “ayrılık fantezileri” üzerine parti kurmaya kalkışabilen çılgın ama bunamış bir kadındır. Görmüş, geçirmiş; hayatı, aşkı ve ayrılığı “bilmiştir.”
“—hasreti kim yarattıysa mezarım o olsun
hey gidi halide hanım, sen bir su ve orospu çocuğusun
—gibi söylenirim bazen kendi kendime—
hasreti kim yaratıysa, ihanetlerin suçu ona da ona aittir“ (s.96)
“halide hanım’la yusuf efendi
kalamışta ağlaşarak kopmuşlar!”
“intihar etmenin sıfatı gibi bir şey oldu… heyhat
artık yaşamak!”
“derler ki :
o günden sonra
hep mastar halinde kalmış kalamış..“ (s.97)
Halide Hanımın ayrılığının trajik gücü tüyler ürperticidir. Aşk ne denli yoğun, güçlü yaşanırsa ayrılık da o denli yoğun, o denli güçlü gerçekleşir. Artık, böylesi bir hayatta “yaşamak”, intiharın bir sıfatına dönüşmüş durumdadır. Halide Hanım’ın yaşanmışlıklarının ve sözlerinin karşılığı Kerem’in dedesinden gelir:
“deden diyor ki: ihanet nefur mahlukların, yalnız
şahidbazilerin payıdır! Ey güzel çocuk, dinle:“ (s.98)
Halide Hanım’ın, Kerem’in dedesiyle yaşanmışlıklarına ilişkin söyledikleri, Kerem ile Şule’nin yaşadıklarına koşuttur. Bu koşutluk, majör karakterlerin bütünlüklü yapısını daha da güçlendirir. Bu bölümlerin sonunda Kerem ile Şule’nin varlığı, Halide Hanım ile Kerem’in dedesinin varlığıyla ontolojik, genetik ve patolojik yönlerden çakışmıştır.
- Kerem diyemedi ki… :
“anlamalısın şule! Kıskanç ve alçak
dul durdu acılarım bunca yıl“ (s.100)
Söz tekrar Kerem’dedir. Şule’yi muhatap alarak kendine ve yaşanan hayata dair yargılarla, betimlemelerle diyalog sürdürülür. Real olanın, sokaktaki süre giden hayatın “ağırlığı” kendini duyumsatmaya devam eder. Aşk, toplumsal dolayımının içerisinde yaşanan öznel bir duygu durumudur. Ve bu durum, Karşıt Geçişimli Süreç’in geçişim ilişkisi bağlamında değerlendirilebilir. Real olan bir kez daha söze karışır ve Kerem Şule’ye seslenir:
“dinlemelisin: öğrenci hareketleri: felç inmiş bacaklarıyla
yürümeye… yükselmeye… ne demeye kahvehaneleri
tarayan
dişsiz taraklarıyla akıllı çocuklarımız! ve ateş ve heves ve
hız
ve psikanaliz ve freud ve otla üstüne yan yana yatırılan kan
yan yana yatırılan
paramparça insan et
biliyor musun şule, onları onurlandıran tek şey
on altısında katil olmanın azameti!
belki, on dokuzunda ölmenin zahmeti
veya, yanlış bakışların hakikati ya da
yirmisinde geberip
unutulmanın şahane ehemmiyeti!“ (s.100, 101)
Yukarıdaki iki şiir bloğunun başlangıcı, emir kipinde eylemlerdir. Kerem, sanki Şule’ye “ders” vermektedir. Neden böyle bir derse gerek duyulur? Toplumsalın bireysele olan etkisi midir, dillendirilen? Yoksa ayrılığa yaklaşan aşığın dengesizliği mi? Ya da aşkı ile inancını hemhal etmiş Kerem’in, aşkına ve inancına ilişkin duygularının, düşüncelerinin kaotik çiftleşmesi mi? Yanıt gecikmez:
“gerekirse, gerekiyorsa ayrılırız şule, böyleymiş deriz
güleriz
şüphesiz! yalnız
sen, beni bırak, insanlığa—aydınlığa ve gönence dönersen
arkanı
yaratılana sığınıp kanlı kanlı darben
usta çırak cinayetin olurum senin!” (s.102)
Kerem savrulmaktadır. İnançlarına, aşkına dair dayanakları yıkılmış, her şey birbirine girmiştir. Aşık olan ve aşkını yitirişin eşiğinde, yitirişi “akla uydurmaya” çalışan Kerem, “yarın”a, yarının getireceklerine ilişkin umutlarını “aşk içinde” karıştırmaktadır. Bu duygusal karmaşa, agresif niteliğini ön plana çıkaracak, Kerem öfkesini kusacaktır:
“SENİ
HARCARIM ŞULE!
beni bilirsin. HEM DE
İYİ BİLİRSİN!
Kız kendi ellerimle toprağa gömerim
Topluma gömerim seni… BİLESİN!” (s.102)
Bu öfkeli haykırışla, beşinci bölüm de biter.
- şule kerem’i kimsesiz kimselere bırakıyor:
“terli vücutların terliksi güvertelerinde!
…………….
hayat, ölmek gibi bir şey—sevişmek nefret gibi bir şey
ve ihanet kendi bedenine devrolmak zaman zaman…
gecenin lacivert alnına kara çalarak
uzak bir mezarlığa giden trenlerdedir odam..
yatağımdayımdır. Kan içindedir içim. kan reyhandır.” (s.103)
Bırakılmışlığın acısıdır sözcüklerdeki. Ama hangi sözcük, hangi sözcük öbeği, hakkıyla anlatabilir bu acıyı? Bir aşığın yatağındaki yalnızlık nasıl anlatılabilir? Hezeyanlar görülür. Şule, birçok yargıda bulunur. Oysa bütün sesler ve sözler bir tek şeyi çağırır: “Ayrılık”…
“ayrılığımız, aşkı küçümseyememenin
başkayı yaşatamamanın, sanata başkaldırmanın şık
latifesi” (s.104)
Şule sözcüklere savrulmuştur. Tutamaz kendini, ritim ve söylem inanılmaz bir hıza / yoğunluğa ulaşır.
“kerem! Umut
Mavi Gözlü Dev’in emaneti.
Bizler onun öz çocukları. Gördük ve daha da göreceğiz
Mutlaka
o güzel ve fevkalade aydınlık günleri
ama bir şartla ancak
elini kolunu sallaya sallaya dolaşmayacak hürriyet
bu memlekette / oturup şiir yazacak kerem, şiir yazacak!” (s.107)
Bu ritmik söylem, anlatılmaya aktarılan duygu yoğunluklu an’ın özüne uygundur. Sözler yıldırım hızıyla gelir ve dizeleşir. Dize sonlarındaki ünlemler, yoğunluğun imla karşılığıdır. Ayrıca noktalama imlerinin rastlantısal kullanıldığı söylenebilir. Özellikle ünlemler, şiirin omurgasını oluşturan en önemli öğelerdendir. Doğaçlamanın hızı, ritmik hızla koşuttur. Göndermeler sürer. Mavi gözlü dev, mini minnacık kadının hala yasını tutarken, Kerem ile Şule ayrılığın açmazında boğulurken, Kerem çözümü bulur?!
“KEREM’İN YUTKUNDUĞUDUR
KEREM’İN BİR ÇÖZÜM BULUP DA
O AN UYDURDUĞUDUR:
sen tenimdeydin, terimdeydin, benimdin. Sen şule
sen! Ben küçükken koynuma girip saçlarımı okşayan
anneöcü, sen: melankolikliğimin, alkolikliğimin kadını
tamam! merak etme!
ayrılığın omurlarından bir onur yapacağım kendime
ve inan olsun
inadına
materyalizm koyacağım bu anlamsız pinokyonun adını!” (s.108)
Kerem yürekli davranır. Şule’yi rahatlatmak için bulmuştur “çözümü”. Çözüm, ayrılığın omurlarından bir onur ve adı materyalizm olan anlamsız bir Pinokyo’dur!
- kerem’in kardeşini vurdular!. :
Bir canlıyı herhangi bir nedenden dolayı öldürmeye çalışan diğer canlının temel niteliği, güce sahip olma tutkusudur. Öldürme, esas olarak mutlak egemenliğin ya da egemen olma isteğinin edimidir. Öldürdükçe güç kazanır, egemenliğinizi berkitirsiniz. Bu düzenek tüm canlılar için geçerlidir. Bir aslan, içinde bulunduğu grubun liderliği için, rakibi olan diğer aslanları öldürebilir. Bir kaplan, beslenmek için bir geyiği parçalayabilir. Ancak, insan bu konuda da diğer canlılardan farklılaşmıştır. Doğada “zevk” için öldüren tek canlı, insandır. Bir geyiği salt zevk için öldürüp bununla gurur duyan “insanlar” bile vardır. Hatta “müteşebbis ruh”, bu öldürme / av işini turizm sektöründe değerlendirerek yurdumuza döviz bile kazandırmaktadır. Böyle iğrençlikler karşısında mide bulantısından, tiksintiden başka ne duyumsanabilir. Ama insan yeteneklidir. Daha iğrenç olguları yaratmada şaşılası beceriler gösterir. Düşünür?! Kendine göre yarattığı doğrular, inançlar uğruna, diğer insan “kardeşlerine” inanılmaz “şeyler” yapar. Naziler, Yahudileri yok etmeye çalışır. Yahudiler, Filistinlileri. “A” ırkındakiler “B” ırkındakileri, “C” milleti “D” miletini… Bu döngü, tarihselliği içerisinde süre gider ve “İnsanlık Tarihi” övünçle yaratılır. Kıyımların, kanın, öldürmelerin tarihini okuyup kahramanlıklarımızla övünürüz. Ortaçağda cadıları yakan engizisyon rahipleri zaman içerisinde dönüşür. Ama öz aynıdır. Yeni bin yılın arifesinde Anadolu bozkırında bu defa çocuklar, kadınlar, şairler, sanatçılar yakılır! Evet, YAKILIR! İnançlarına uymadıklarını savladıkları insanları, ki inanç özgürlüğü vardır (?), çığlıklar atarak huşu içinde yakabilir, diğer “insanlar”! Artık, Anadolu bozkırı bundan böyle yanık insan eti kokacaktır. Ne gam! Her derdin dermanı zaman nasılsa geçecek; bu katliam da, insan yakmanın utancı da “unutulacaktır”! Hatta unutulmuştur!(**) İnsan yakmaktan daha korkunç bir olgu var mıdır? Korkunçluğun, zalimliğin karşılaştırması olmaz, ancak, en korkunç insanlık suçlarından biri de işkencedir. Ne nedenle olursa olsun, bir insana işkence yapmanın açıklanabilir bir tarafı olamaz. Ama işkence de, en yaygın “insanlık uygulamalarından”dır. Tamamen çaresiz bir insana diğer “insanlar” tarafından uygulanan her türlü zalimlik demek olan işkencenin tarihi, insanlık tarihiyle koşuttur. Gücünüzü kanıtlamanın, egemenliğinizi baki kılmanın birincil koşulu, size ve inançlarınıza, düşüncelerinize karşı potansiyel bir tehlike oluşturan herkesi, her şeyi ortadan kaldırmanızdır. Bu amaca ulaşabilmek için, başta işkence olmak üzere her yol mubahtır. Sözü uzatmadan Kerem ile Şule’nin ayrılık senfonisine dönersek, Kerem’in kardeşinin vurulma anıyla karşılaşırız. Kerem’in kardeşinin vuruluşu, vurulma anına kadar yaşananlar, irkiltici ve gerçekçi bir biçimde betimlenir. Bu şiirsel blok, bir insanın işkence edilerek adım adım öldürülüşünü anlatmaktadır.
“Laf anarşisine karşı sözcükler kısırlaştırıldı. Spiral
takıldı ağızlara. Mantıkta olağanüstü hal ilan edildi.
Biri orada kendini hırpalıyordu; elindeki tabancayı sinirli
sinirli sallıyor, kusarak bağırıyordu:
— “Sevgiler anayasaya aykırı olamaz!” (s.109)
Bu dizelerle, içinde bulunulan durumun ilk bilgileri belirlenir. Anayasaya aykırı olamayan sevgiler çağında, yaşanacak her şeyin bu ilksel bilgiye uyumlu olması gerekecektir. Bu gerekliliğe uymayanların ise defteri dürülecektir. Nitekim öyle de olur:
“Masasının başında şiir yazan bir şair vardı. Elleri arkadan
bağlıydı ahmet’in… Gözlerini de, onlardan birinin
annesinin başörtüsüyle bağlamışlardı…”
“……… Eğim kazanmıştı şiddet bir
kere. Çıplaktı çünkü, çırılçıplaktı ahmet, çıplaktı çünkü,
çırılçıplaktı ahmet!” (s.109)
Kerem’in kardeşi Ahmet’in elleri arkadan bağlıdır ve çırılçıplaktır. Çaresiz ve çırılçıplaktır. Çıplaklık, Ahmet’in, içinde bulunduğu durumda ne denli umutsuz olduğunu vurgulayan bir sıfattır. Karşı sıfat ise çıplak olmamaktır. Bu durum, güç ile güçsüzlük arasındaki ilişkiyi de belirler: Güçlü olanlar giysileriyle gelmişlerdir; Ahmet ise çıplaktır. Birazdan, giysili olanlar “işlerini” yapacaklardır. Anlatıcı özne yani şairin kendisi, aktarır gördüklerini. Sanki bir kamera vardır ve yaşananlar kaydedilmektedir. Eylemlerin zaman kipleri, anlatıcının anlattıklarını gördüğünü imler. Ahmet’in vuruluş anı ve öncesi, şair tarafından sanki görülmüştür ve görüldüğü şekliyle de anlatılmaktadır. Söylemin teatral niteliği bu bölümde çok daha ön plandadır. Sahnelenen tragedyanın sondan bir önceki perdesinin son tablosu anlatılmaktadır. Anlatıcı ses, kameranın optiğine istediği gibi müdahale eder. Betimlemeler karakterlere, duygu durumlarına, mekana ilişkindir. Yaşananın korkunçluğu ve dehşeti; güçlü söylem, sözdizimi, biçim özellikleri, ritim ve anlam yapısıyla duyumsanır. İşkence ve sonrasında gelen ölüm bütün çıplaklığıyla karşımızdadır:
“En kalın seslisi:
— “Erkek olmuşsun sen be..” diye çıkıştı. “Kıçın
kıllanmış!”
Ağlıyordu ahmet. Ağlamıyordu ahmet.
— “Komünist olacak kadar büyüdün demek. Ananın
..ında mı öğrettiler sana vatan hainliğini ha!”
— “Baban kim lan senin, marx mı, lenin mi, söylesene piç
kurusu! Yoksa rus ordusuyla mı yattı anan senin?”
Gülüşmeler.. Sürtüşmeler.. Kıvılcımlar.. Yıldırımlar..
Atan sigortalar.. Yanan teller.. Gül mevsimiydi. Biri
omuzlarından itiverdi ahmet’i. Hızla, yere çarptı. Çenesini
vurunca taşa, iki dişi kırılıverdi. İki çiçek kırılıverdi. Işık
kırılıverdi. Umut kırılıverdi. Ağlıyordu ahmet.
Ağlamıyordu ahmet.
— “Domal ulan..“ dedi en ince seslisi. Bir arzu.. Bir istek..
Bir davet.. Bir fobi.. Bir güçsüzlük.. Bir gariplik.. Bir
dışlanma.. Bir dışkılama biçiminde!
Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Kollarına ve bacaklarına
yapıştı ter ve karşı koyma. Biri baldırlarını iki yana doğru
iteledi. Kanı damarlarını iteledi. Gerip açtılar.
Bağırsaklarında bir cin bağırıyordu.. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu ahmet. .. Hıçkıra hıçkıra ağlamıyordu ahmet..
En kalın seslisi:
— “ Biz sana şimdi öğreteceğiz, bak nasıl olurmuş o iş..”
diye mırıldandı. Arkasına geçti. Yıllar geçti mecazi.
Tramvaylar geçti arkasına. Sonra en ince seslisi, sonra en
ortanca seslisi, sonra en börülce seslisi, sonra en aç seslisi,
sonra kekeme olanı, sonra dilsiz olanı..
— “Aç ağzını!”
Açtı ağzını ahmet. Açmadı ağzını ahmet. Açtı ağzını.,
yumdu gözünü.. Damağına bir metal değdi. Hangi
elementti bu? Ya da hangi bileşik? Belki alaşım..
“Alışırım..” dedi içinden. İçi kamaştı. Bir yıldız kaydı..
Alnına çarptı.
— “İyi miydi..” diye sordu birisi. Ötekisi güldü. Berikisi
yüzüne tükürdü..
Diğeri tetiği çekti.
Sıçrayarak uyandı kerem. Annesini dürttü.” (s.110, 111)
Düşen bir tetiğin sesi, en korkunç kâbusların başlatıcısı olabilir. Kerem’in uyanışı, kardeşinin böylesi katledilişi, yaşananın trajikliğine ilişkindir. Yaşananın trajikliği, bireyin trajik varlığı ile koşuttur. Bir ayrılık senfonisinde karşımıza çıkan böylesi bir bölüm, bireysel bir yaşantı olduğu kabul edilen aşkın ve ayrılığın toplumsal dolayımını örnekler. Aşık olan kerem aşkını da, ayrılığını da hayatın göbeğinde yaşayacaktır. Toplumsalın, real olanın ürettiği her şey, bireyi etkileyecektir. Toplumsal bilinç, şiddet, cinnet hali, bireysel yaşantılarla her zaman ilgi içerisindedir. Şairin yazarken içinde bulunduğu “duygu durumu”, Kerem’in ve Şule’nin “duygu durumu” ile hemhaldır. Çünkü toplumsal / real ile bireysel / irreal yaşantılar, toplumsal bilinç ile bireysel bilinç hep ilişki içerisindedir. Ve bireyin, sanat yapıtının, şiirin varlığı, Karşıt Geçişimli Süreç bağlamında bu ilişkilerin diyalektik, geçişimli, etkileşimli ve son kertede ontolojik uyuma (harmonia) dayanan sonucudur. İşte bu durum, Karşıt Geçişimli Süreç’in kavramsal yapısının dayanaklarından en önemlisidir. İki karşıt durumun etkileşimi ve geçişim ilişkisi sürece bağlı olarak gerçekleşmektedir. Kerem ile Şule’nin ayrılık senfonisi bütün bu bileşenler içerisinde yaşanmaktadır. Ve bu yaşantıyı şiirleştiren küçük İskender, bütün bileşenlerden etkilenmekte, şiirini bu etkilenimlerle kurmakta, kendi özgünlüğü ve poetik gücü ile ifade etmektedir. Bu ifade, şairin bireysel varlığı, varoluşu ile de ilgilidir. Alımlayıcının empatik ilgisi tam da bu noktada sağlanır, çünkü onun da real ve irreal yaşantıları, toplumsal ile bireysel arasındaki gerilimleri, öznel deneyimleri vardır. Bölümün sonu, anlatıcı öznenin bu ahval üzere yargılarıyla biter:
“ülkem katliamla abluka altındadır. Daralır
daralır / daraldıkça vurulup vurulup gider ahmet’ler
daraldıkça vurulup gider senfonik vatan aşkı
daraldıkça darılıp darılıp gider trenler
manifestosu olur sözlükler onurun
gizemli bir gece yarısı!
Ahhh! ne çok azgın kıtanın
tarihine girdi çıktı umudum!.” (s.111)
- konuşma! yeter! şule! sus! yoksa seni vururum!
“Ayrılık senfonisi bitmektedir. Orkestra şefi—ki
istanbul’dur, yaşlanmıştır artık. Kerem, şule’yi bir gece
zorla salacak’a götürür. Saatlerce kıpırdamadan
otururlar. Martılar vardır. Hepsi de budur..” (s.112)
Orkestra şefinin yaşlı bir İstanbul olduğu senfoni bitmektedir. Kaçınılmaz sona gelinmiştir. Saatlerce kıpırdamadan oturan iki sevgili, son sözlerini söyleyip aşklarını olasılıkla denize gömeceklerdir. Salacak, martılar, bir de sözcükler şahittir, bu ayrılığa:
“kerem: türkçenin o patlak gözlü aptal bakışlı
sarkık dudaklı sözcükleri
sümüklerini çekiyor olacak bir kenarda
biz ayrılırken…” (s.112)
Ayrılığın bilgisi kesin olarak oluşmuştur. Şahitler de vardır: sözcükler… Her anı, yaşantıyı, yani anlamı var etmeyi sağlayan sözcükler… Ancak, hiçbir ayrılık uygun, uslu, inanılır ve kabul edilmiş olarak yaşanmaz. Aşk varsa, ayrılık da en az aşkın yoğunluğuna denk olarak yaşanacaktır. Dolayısıyla aşkın gücü, ayrılığın şiddetini tanımlar.
“kerem: konuşma! yeter! şule! sus! vururum! sus! yeter!
tanrım! utkuların sahaflar çarşısındayım
tanrım! bu gerçeküstü bedenimle
ikilemlerin karşısındayım..
tanrım! ne kadar iyimserim ne kadar da budala
şule! yetiş! vuracağım seni! sus! yeter! namusum
yoksul! Ağrım, sonsuz! sen de yoksun artık şule!
kimse
yok! yok oluş okullarındayım “belki”den
beklemeli…” (s.113)
Kerem’in sözcükleri, çelişkilerin ve ünlemlerin yoğunluğunu ortaya koyuyor. Sevgili yoksa, kimsenin de olmadığı, olamayacağı yokluk anlarıdır, ayrılığın sonrasındaki zamanlar. Şule’yi vuracağını söyler Kerem. Bu sözler, haykırışları, ayrılığa, ayrılığın kaçınılmazlığınadır. Şule artık olmayacaktır. O halde kimse de olmayacaktır. Yok oluşun, yokluğun okullarında bir garip öğrenci olan Kerem, “belki”nin örtük umudunu taşımaktadır. Tam bu anda hayat dile gelir:
“hayat diyor ki: oğlum, kerem!
sen önüne dek gidip durmalısın
ölüm, seni, yanına yaklaşamadan
acısından küstahlaşarak
seyretmeli..” (s.113)
Burada teatral açıdan yeni bir karakter olan ve kişileştirilen “hayat”, bir bilge gibi Kerem’e nasihat eder. Belki de Kerem, nasihat eden hayat’ın oğludur. Nasihat, ölüme karşı dirençli olmak gerektiği yönündedir. Kerem’in inançlı haline uygun bir nasihattir, bu. Ama ayrılığın kesinliği, acımasızlığı karşısında, hayatın nasihatleri bile boşa çıkacaktır. Diyalog sürer. Şule söz alıp bir şeyler söyler. Kerem’in söylenenleri duyacak hali yoktur. Kendi duygularını, yargılarını ifade etmeyi sürdürür:
“kerem: sen tenimdeydin, terimdeydin, terimlerimdeydin
şule!
benimdin, benim olan derinimdir!
elimdeki bu tabanca—
ki beni bir tek o
merhamete boğabilir sanıyorum
kim bilir—
sanki bilinçlenmiş, aşka gelmiş dev bir karınca gibi
göğsüne eritilmiş kokinalar taşıyacak birazdan
çerçevesiz bir güneş yapıştıracak alnına sahici
coşkulu, uykulu ve çalıntı, hasta bir yazdan! “
“sen! hey! kurşunumun kadını!
vuracağım seni şule! ah ulan, vuracağım seni bu gidişle“ (s.114)
“ah şule! bir tanem! bin tanem! gitme! kal!
benimkisi yalnızca
yaşlı aslanın çürük cesareti!” (s.114)
Kerem, elinde tabanca, Şule’ye yönelik tehditleri ve sözceleriyle gücünü kanıtlama telaşındadır. Gücünü kanıtlayabilirse belki de Şule’yi yitirmeyeceğini umar. Bu amaçla her şeyi yapmaya hazırdır. Ama bütün bu tehditler, ünlemler son noktada “gitme! kal!” çaresizliğine ulaşır. Kükreyen yaşlı bir aslandır ve cesareti çürümüştür. Bırakılan her aşığın böyle bir çaresizliği duyumsaması kaçınılmazdır. Bırakılan, bırakanın karşısındaki güçsüzlüğünü, çaresizliğini, muhtaçlığını kabullenemez. Kerem de bu ruh halindedir. Ama Şule’nin kararlığı şaşırtıcıdır.
“şule: durma! çek tetiği!
ben kendi kendimi gömerim gerekirse..” (s.115)
“şule: kerem
ayrılmalıyız!
dön bir an ve hiçbir şey söyleme!” (s.115)
Öylesi bir kararlılık Kerem’in anlağının dışındadır. Anlayamadığı bir “şeyi” yaşıyor olmanın garipliği içerisinde, ayrılığın nedenlerini sorgulamayı dener:
“kerem: bu hangi komik neden
bu hangi budanan dudak hangi eflatun yüzden” (s.115)
“bu hangi iğreti neden, kimden kahrolasıca!
fallar mı açtın, burçlar mı söyledi, ne ?!” (s.116)
Bütün sorgulama, anlama çabaları boşunadır. Çünkü nedenler komik, iğretidir. Fallarda mı çıkmış, burçlar mı söylemiştir ayrılığı? Bu anlaşılmazlık ve akıl dışılık içerisinde, artık sona iyice yaklaşıldığı duyumsanır. Son sözler söylenmektedir. Bir an sonra iki aşık ayrılacak, herkes kendi yalnızlığına gidecektir. Tam bu noktada Kerem bir daha söz alır. Ancak, konuşan Kerem değildir. Şair (anlatıcı özne), Kerem’in ağzından Kerem’i anlatıyordur. Bu anlatma tarzı, Kerem’in kardeşi Ahmet’in öldürülüşünün betimlendiği bölümdekiyle koşuttur. Ancak, artık sona yaklaşılmıştır ve belki de Kerem’in söyleyecek sözü kalmamıştır.
“kerem: fantezi takar yakasına kerem
gece yarısıdır, hece yarısı, yas yarısı.
“hoşça kal, beni ara,kendine iyi bak” lar
ortalarından kırılıverir, kanı akar harflerin
imla kuralları infaz yasası olur, bu az çok da galiba
faşizmin aşina yarası. Sevinç yarısı. Haz yarısı.” (s.116, 117)
Söz bitmiştir artık. Tümceler ortalarından kırılır. Kırılan kalpler misali, kanı akar harflerin. İmla kuralları, infaz yasası olur. Ve faşizme bir gönderme daha yapılır. Bachman’ı bir daha anımsayıp aşka dair sözlerindeki haklılığını teslim etmek, yarım kalmışlıkların acısını ortadan kaldırmayacaktır. Belki de ayrılığın kaçınılmaz yazgısı, aşkın faşist özelliklerini tanımlamada işlevseldir. Bırakıp gidenin tek taraflı kararlığı, gücü, hükmetme niteliği, faşizmin benzer nitelikleriyle ilişkilendirilebilir.
“kerem: matematiği sevmeyen çocuklar sevdim ben
kimsenin adını bilmediği, kimsenin çözemediği
geometri problemlerinde…
gül suyunda yıkanmış, yakasına gül ağacı takmış
kadınlar sevdim ben!
(silahını kaldırır) şuleeee!
şuleeee!
—kendini vurur!. “ (s117)
Böylece kendini vuran Kerem’in, ölüme hükmü geçse de, ayrılığa geçmemiştir. Kerem, inançlı ve aşık Kerem, kendini vurmuştur. Salacak kan içindedir. Aşık olunan bir kadın uğruna kendini öldürmenin utancı (?) kime aittir? Kimin fiyakasıdır, Salacak’ı kana bulamak? Sevdiği kadının adını son sözleri kılan Kerem, ölümüyle neyi doğrulamıştır? Aşk, ölüme yakın bir duygu durumu olarak, sevilenin seveni yok ettiği bir ritüel midir? Belki de. Ama her aşk, tutkunun başat olduğu bir duygu durumu olarak ölüme yakın bir sayrılıktır. Çünkü tutku, ölümcül niteliğin rahmidir. İşte bu yüzden de “mutlu aşk yoktur!” Son sözler yine Kerem’e aittir:
“kerem’in iç cebinden bir diş fırçası çıkar. Aşağıdaki şiir bu diş fırçasına sarılıdır.
DE GÜLÜM
de gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım
darmadağın. Hepsi, darmadağın!
üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte.
ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!
de gülüm! De ki:bitmiştir umut, bitmiştir
sevgi, bitmiştir, güven!
güven bana gülüm!
sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır
hasretten —hakikaten—ten değiştiren yüzüm!
göreceksin gülüm! Bekle !
hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere
hainlere, ezilmelere alışacak..
göreceksin—sevinçten ağlayacaksın gülüm—ki
işte o vakit bana—doğrudur!—
şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak!
bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
sokaklar var, kediler!
inan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
ölüm inananlar için sessizce
kara kaplı kitaplardan çıkarılacak..
göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!..” (s.118)
Kerem, bu şiiriyle / tiradıyla aşka ve hayata dair düşüncelerini bir daha vurgulayarak perdeyi kapatır. Ayrılık senfonisi / tragedyası bitmiştir. Hazin bir sondur yaşanan. Böylesine inançlı bir insanın intihar etmesi, inançları ile edimi arasındaki karşıtlık, nasıl yorumlanmalı? Aşk ve aşık olunan kadın uğruna bütün ideallerden, ütopyalardan vazgeçmesi, kendini vurarak intiharı, ölümü seçmesi, nasıl açıklanmalı? Aşkın kendine özgü diyalektiği, aşk içerisinde yaşanan her şeyin kendine özgülüğünün nedenidir. Yani bildik değer yargıları ve davranış kalıpları, aşkta geçerli olamaz. İdeallerimizden, inançlarımızdan, hayatımızdan, her şeyden vazgeçip ölüme koşmak, bir aşığın ayrılık yerine yeğleyeceği seçeneği oluşturabilir. Bu akıldışı bir durumdur. Aynı akıl dışılık, sevilenin, seven kişinin karşısına “Ayrılacağız!” kararlılığıyla dikilmesinde de geçerlidir. Böylesi seven hangi insan anlayabilir “ayrılmayı”! Sözü uzatmaya gerek yok: Kerem, kendini vurmuştur. Şule, ayrılık kararını almış, uygulamış ve bu kararlılığının “gururunu” (?) taşımaktadır. Senfoni / tragedya bitmiştir.
Bir aşkı anlatmak, belki de “her şeyi(!)” anlatmayı denemektir. Aşkın gizemli kozmosu, aşk içerisindeki öznenin anlamlandırma yeteneğini kapsar, kısıtlar ya da sonsuzlaştırır. Ama her durumda esas olan çelişkidir. İncelediğimiz şiir bloğu, en genel anlamıyla bir aşkı ya da ayrılığı senfonik biçimde ifade etme denemesiydi. küçük İskender, “Kerem İle Şule’nin Ayrılık Senfonisi”nde, anlatma edimini poetik algısıyla dolayımlayarak şiirleştirmiştir. Çok katmanlı, çok boyutlu şiirsel bir yapı oluşmuş, bu yapının esasını oluşturan real ve irreal varlık tabakaları Karşıt Geçişimli Süreç bağlamında işlevselleşerek şiirin poetik, estetik, ontolojik uyumunu (harmonia) oluşturmuştur. Kurumsal bir olgu olan “dil” içerisindeki şair, kendine özgü sözünü var etmeyi başarmıştır. Bu sözün üretimi, real ve irreal varlık tabakaları arasındaki geçişimin şairin özgün ifadelerinde karşılık bulmasının sonucudur. Şiirsel öğeler açısından da “orijinal” bir durum söz konusudur. Şiir içi ve dışı göndermeleri, nesnel bağlaşıklar, şiirsel anlamın çok katmanlılığı, bu orijinalitenin, özgünlüğün göstergeleridir. Yüzey yapıdaki melodram niteliği, poetik omurganın gücü karşısında ihmal edilebilmekte; derin yapıda oluşan “poetik ton” ile “poetik atmosfer” şiirsel anlamın gücünü artırmaktadır. Başta eğretileme ve düz değişmeceler olmak üzere, oluşturulmuş sözceler, dize grupları, Türkçe Şiir geleneği içerisinde bir nirengi noktası oluşturmakta, algılayıcıların imgelem gücünü kışkırtmaktadır. Kurulabilecek her türlü empatik ilgi, şairin özgün sözünden geçerek toplumsal olan dile ulaşmakta, hatta saldırmaktadır. Bu saldırının birincil sonucu, yüzey ya da derin yapıdaki anlamı oluşturan kodlamaların sorgulanma gerekliliğidir. Tüm bu şiirsel olguların gerçekleştiği bağlam, geçişimin başat olduğu Karşıt Geçişimli Süreç’in alanında adlandırılabilir. Toplumsal hayatın ortasına atılmış şairin şiirleştirdiği her şey, yaşananla çok yönlü bir “yüzleşmenin” sonucudur. Aşk, toplumsal formlarından yalıtılmadan, “gerçeklik” duygusu içerisinde yaşanıp anlatılmaktadır. Çünkü şairin bilinci, anlağı, toplumsal bilinçten, anlaktan soyutlanamaz. Şiirsel ifadenin özgünlüğü; şairin öznel varlığı, algısı ve dışlaştırma kılgısı ile oluşmuştur. Ancak, özellikle şiir tekniği açısından birçok sorunun ya da sorunlu bölümün olduğu savlanabilir. Kakafoni, şiirin iç ve dış seslerindeki uyuşumsuzluklar, imla kullanımındaki yoğunluk, deformasyon, ünlemlerin egemenliği vb. birçok öğe, tekniğe ilişkin bu sorunların ya da başarısızlıkların gerekçesi sayılabilir. Tekniğe ilişkin başarısızlıklar, hatalar, yazının çeşitli yerlerinde değindiğimiz üzere, söylemin doğallığının bir sonucu olarak da kabul edilebilir. Hem değil mi ki “kusursuz şiir yazmak”, salt matematiksel bir problemdir:
“Şiiri matematik olmaktan, tanımlanamaz olmaktan kurtaran, biraz da hataları, yanılgılarıdır.” (12)
küçük İskender, bu yazıda incelediğimiz ilk kitabından sonra “velut” bir şair, yazar olarak birçok kitap çıkardı. Şiirlerinin yanı sıra günceler, denemeler, anlatılar vb. üretimlerde de bulundu. Ancak, biz, ilk kitaptan sonra yayımlanan ürünlerle, ilk kitapla kurduğumuz yoğunlukta bir ilişki kuramadık. Hatta, zaman içerisinde yayımlanan ürünlerin niteliklerinde negatif bir ivmelenme olduğunu da düşünüyoruz. Belki de bu düşüncemizin gerekçelerinden birini, kitaplarda verilen biyografik bilgiler açımlayabilir. İlk kitabının birinci basımının arka kapağında şu şekilde tanıtılıyor küçük İskender:
“küçük İskender (d.1964), İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde beş yıl okuduktan sonra, son sınıfta, “oradaki insan olayına bakış biçimi”ne duyduğu tepkiyle bu okulu bırakıp İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümüne girdi. Adam Sanat dergisinde yayımladığı şiirleriyle ilgileri üstüne çekti.” (13)
Aynı kitabın altıncı basımında ise şu şekilde:
“küçük İskender (d.1964), İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi. Beş yıl Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne, dört yıl da İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne devam etti. Adam Sanat dergisinde yayımladığı şiirleriyle ilgileri üstüne çekti. İlk kitabı Gözlerim Sığmıyor Yüzüme’den sonra bu ilgi büyük yaygınlık kazandı. İkinci şiir kitabı Erotika da Adam Yayınları arasında yayımlandı.” (14)
Eylül 2000’de çıkan “Bahname” adlı kitap da ise şöyle:
“küçük İskender, 28 Mayıs 1964’te İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra beş yıl İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, ardından da üç yıl İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde okudu. Okurla tanışması 1986’dır. Tezgahtarlık, düzeltmenlik, jigololuk, sokaklarda kartpostal satıcılığı, seslendirme, televizyona skeç ve senaryo yazarlığı, fotoroman oyunculuğu, reklam ajansında kostümcülük, mizah dergilerinde köşe yazarlığı, resepsiyon memurluğu, casting, barmenlik, meyhane işletmeciliği, erotik dergilerde köşe yazarlığı, televizyonda şiir programları, barlarda sanat söyleşileri, radyoda canlı program, şarkı sözü yazarlığı, telefon seks hatlarında yazarlık bulaştığı alanlar. Dört tane de sinema filminde rol alan küçük İskender, cesur söylemiyle edebiyatımızın hırçın şairi olarak tanınıyor.” (15)
Bu biyografik bilgiler arasında, her “anlam” ve “düzeyde” çok önemli farklar olduğunu düşünüyoruz. İlk kitabın birinci ve altıncı basımları arasında da, görüleceği gibi, büyük farklar var. Altıncı basımda biyografik bilgi değiştirilmiş, yeni bir sözdizimi oluşturulmuş ve birinci basımda tırnak içinde vurgulanan kısım çıkartılmıştır. Böylesi bir tashihin nedeni ne olabilir? Sonraki basımlarda, bu vurguyu gerektiren koşullar değişmiş, vurgulamaya gerek mi kalmamıştır? Yoksa geçen zaman içerisinde, biyografinin güncelleştirilmesi “gerekmiş”, “güncelleştirme” sonucunda bu vurgu gereksiz mi görülmüştür? Ya da böylesi bir “ayrıntının” hiçbir önemi yok mu? Biz, bu ayrıntının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. küçük İskender’in geçen zaman içerisindeki gelişiminin ve değişiminin belki de en önemli göstergesi, biyografik bilgideki bu “eksiltmedir.” Bir televizyon programında veya söyleşisinde, hayatını yazarak kazandığını söyleyen İskender, üçüncü biyografik bilgide yer alan “işlerin” tamamını yapmış olmakla yazmanın dışında birçok alana “bulaştığını” da ifade ediyor. Yazarak hayatını kazanmanın başka bir önemli gereği, sürekli yazma zorunluluğudur. Sürekli yazamazsanız, hayatınızı kazanma şansınız kalmaz. Bu durum ise “otomatik” bir yazıyı gerektirmez mi? Dolayısıyla yazmanın içsel zorunluluğu, hayatınızı kazanmak için yazma zorunluluğuna dönüşür. Bu durumda da kültür endüstrisi ve pazarının meta değerlerinden birine dönüşmek, ya da seri üretimin / tüketimin çarkları arasına sıkışmak kaçınılmazdır. Yaratılan her şeyin, pazarda “satışa” sunulması korkunçtur. Bu olgunun son örneği “bilboard”larda reklamı yapılan “yazarlardır”. “En çok kitabı ben sattım!” böbürlenmesi yayımcı ya da yazar açısından su katılmamış bir popülaritenin göstergesidir. Ancak, popüler olan her şeyin “genelin” beğenisine seslendiği, genelin beğenisinin ise egemen ideoloji her ne ise onun manipülasyonları sonucunda belirlendiği unutulmamalıdır. Böylesi bir popülerliği savunmak, eleştirme, yakınma ve çözüm üretme, önerme hakkını sonsuza dek ortadan kaldıracaktır. Elitizmin çözüm olması da söz konusu değildir. Çünkü popülaritenin olumsuzluğunun siyam ikizi “elitizm”dir. Elitizmin ne sanatçıya, sanatsal yaratıya ne de toplumsal gelişime bir yararı vardır. Egemen dizge, elitizmi de, gücünü artıran bir öğe olarak kullanır. Belki de çözüm, Althusser’in kılavuzluğunda, dile içerden saldırmayı denemektir. Yoksa mevcut dizgenin “insan olayına bakış biçimi”ne duyduğumuz tepkilerin de anlamı kalmayacak ve bir an sonra bu tepkiden vazgeçilebilecek; her şey, anamalcı pazar düzeneğinin içerisinde gerçekleşen bir üretim, üretilen metanın pazarlanması, satışı ve tüketiminden ibaret olacaktır. Böylesi bir düzeneğin sanat ve şiir alanındaki egemenliği, tümel anlamdaki çürümenin de belirleyenidir.Sonuçta, bütün olumsuzluklar /olumluluklar, yaratılar / yaratma yanılsamaları, sanatçıda temellenir. Çünkü kişisel seçimler, verilen kararlar; ulaşılan noktanın tek belirleyicisidir. Bu yazı boyunca incelemeye çalıştığımız “Kerem ile Şule’nin Ayrılık Senfonisi” gibi son derece güçlü bir poetik algının, şiirsel anlamın ve kodlamanın yaratıcısı olan küçük İskender’in, çok daha güçlü şiirler yaratabileceğine olan inancımızı koruyarak sözlerimizi bitirmek istiyoruz.
/ …. /
Akşam olmaktadır. Hidiv Kasrı, Şehr-i İstanbul’un en nadide kasırlarındandır. Kasrın bahçesinde güneşin batışını izleyebilmek bir tansıktır. Hele bir de sevgiliniz yanınızdaysa…
Adam, elini kabanının cebine sokup bir kitap çıkarır. Yavaşça sayfaları açar… Sonlara yaklaşırken birden durur: Bulmuştur aradığı sayfayı. Okumaya koyulur: “matematiği sevmeyen çocuklar sevdim ben...” Sonra diğer dizeler çıkagelir. Bütün bir senfoni, güneşin batışına değin okunur. Senfoniyi okuyan da, bu yazının Serdar’ıdır. Karşısındaki kadın, gül izleriyle dolu sözcüklerini boğmuştur. Beraberce kalkılır. Hidiv Kasrından sonsuza bir yol açılır. Sahil, binlerce yıllık tarihinde böylesi bir yürüyüşü ve ayrılık gibi olmayan ayrılığı görmemiştir. Bir vapur kalkar, Üsküdar iskelesinden Ankara’nın buz kesmiş bozkırına. Adam, vapura biner. Kadın, iskelede kalır. İstanbul kenti gözyaşlarını tutamaz. Bir çocuk anneannesinin elinden kurtulup caddeye fırlar. Trafik, arapsaçıdır. Şiir, hep sürecektir. Martılar çığlıklar atıp, şarkılar söyler… Kuytularda bir meczup, üstat Münir Nurettin ile şarap içmektedir.
Sessizce yankılanır ilk sözleri şarkının:
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul…..”
(2001)
DİPNOTLAR :
(**) Bu yazı, 2001’in Temmuz ayı içerisinde yazıldı. Ve Sivas Katliamının yıldönümünde, protestolara bir avuç insanın katıldığı gözlemlendi. Temmuz veya Temmuz-Ağustos sayılarını çıkartan birçok edebiyat, sanat dergisi vb. ile katliamın olduğu gün yayımlanan birçok günlük gazete ve gazetelerdeki köşe yazarları katliamı “unutmayı” başarmıştı.(bu yargımız geçen yıllar içerisinde de (2002, 2003,2004,2005,2006,2007 ) değişmedi, aynı “unutkanlık” daha da yoğunlaşarak etkinliğini artırdı) Sanki böylesine korkunç bir katliam Anadolu’da hiç yaşanmamıştı. Bu durum, benim mide bulantımı, kramplarımı, insan olmaktan kaynaklı utancımı iyice artırdı. İnsan yakılabilen ve bu korkunç dehşetin unutulabildiği ülkemde, daha nice şenlikli mide kanamaları geçirebileceğimi düşünerek, içinde bulunduğumuz ahvale üzülemiyorum bile…
- Fernando Pessoa, “20.Yüzyılın Yalnızı”, “Tütüncü Dükkanı”, s.389, Türkçe’si: Adnan Özer, Everest Yayınları, 1.Basım, Ekim 2000, İstanbul
- Gilles Deleuze – Felix Guattari, Felsefe Nedir?, s.14, Çeviren: Turhan Ilgaz, YKY, 4.Basım, Ekim 1996, İstanbul
- g.y. s.14
- Ahmet Oktay, “Söyleşi”, Edebiyat ve Eleştiri Dergisi, Sayı: 54,Ankara
- Serdar Aydın, “Karşıt Geçişimli Süreç Bağlamında 1970’lerden Günümüze Mehmet Taner Şiirine Bir Yaklaşım” ,Yom Sanat Dergisi, Sayı:17
- Faruk Yener, Müzik Kılavuzu, s. 451, Bilgi Yayınevi, 4.Basım, Ekim 1983, Ankara
- küçük İskender, Gözlerim Sığmıyor Yüzüme, s.79, Adam Yayınları, 1.Basım, Mart 1998, İstanbul
- Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven, s.26, Türkçe’si: Mehmet Rifat – Sema Rifat, YKY, 3.Baskı, Mart 1997,İstanbul
- g.y., s. 27
- g.y., s. 27
- Edip Cansever, Toplu Şiirler II-Şairin Seyir Defteri, s. 411,Adam Yayınları, 2.Basım, Kasım 1990, İstanbul
- Turgut Uyar, Bir Şiirden, s.103, İyi Şeyler Yayıncılık, 1.Basım, Mart 1999, İstanbul
- küçük İskender, Gözlerim Sığmıyor Yüzüme, Adam Yayınları, 1.Basım, Mart 1998, İstanbul
- küçük İskender, Gözlerim Sığmıyor Yüzüme, Adam Yayınları, 6.Basım, Aralık 2000, İstanbul
- küçük İskender, Bahname, Adam Yayınları, 1.Basım, Eylül 2000, İstanbul