arda karapınar’a…
bir dostumla bira içiyoruz… tekmelediğimiz kedilere, kafese koyduğumuz kuşlara geliyor nihayet sıra; bira bardaklarındaki köpük miktarının, barmenin el çabukluğuna bağlı olup olmadığına. alkolün genişlettiği damarları, tuzlu fıstıkların o damarları nasıl yeniden kapattığını bile konuşuyoruz; konu ağır!
köpükler üzerine çok konuşmuş olmalıyız ki, köpürmeye başlıyor ortalık. uçuşan baloncuklarla doluyor küçük masamız da. tam da zamanı, diyor dostum; tam da zamanı! -delice bir şey yapmasından korkuyorum.- dörde katlanmış bir kağıt çıkarıyor pantolonunun arka cebinden; şiirmiş meğer!
o şiirini okuyor, dağılıyor köpükler; yan masalara gidiyor baloncuklar. baloncuklardan biri, sadece biri terk etmiyor bizi. dikkatlice bakıyoruz o baloncuğa; akli dengesinin yerinde olup olmadığını düşünüyoruz aynı anda dostumla.
belli belirsiz bir silüet var baloncuğun içinde; yesenin bu, ta kendisi! yesenin saklanmış meğer baloncuğun içine; bizimle konuşmak ister gibi bakıyor; bir bana, bir dostuma.
konuşuyoruz yesenin’le; hafif konulardan… konuşurken hiç kaçırmıyor gözlerini, hep gözlerimize bakıyor, baloncuğun içinden. rimbaud’yu ankara’nın en işlek caddelerinden birinde, üç metreden, üç el ateş ederek elinden vurabilen verlain, dik dik bakıyor yan masadan bize; yesenin’le olan muhabbetimize.
verlain bizi kıskanıyor, diye düşünüyoruz, dostum, yesenin ve ben; biralarının uçuşan köpüklerini çoktan gönderirken yan masadakiler
midelerine.
dostum dörde katlıyor okuduğu şiirin yazılı olduğu kâğıdı ve pantolonunun arka cebine sokuşturuyor yeniden. herkes bırakıyor silahını, ayılmaya başlıyor masalar…