Ayaklarımı kaldırım taşlarının karelerinin içine sığdıracak şekilde yürümek, yıllarca bunu bana özgü bir hastalık zannederdim. Oysa geçenlerde okuduğum bir kitapta aslında çoğu insanın bu ve buna benzer garip huyları olduğunu öğrendim. Ama ne yalan söyleyeyim, ben yıllarımı verdim bu huyda ustalaşmak için. (Pek başarılı olamadım ancak verilen yıllar var ortada.) 47 numara ayakkabılarımı o dikdörtgenlerin-karelerin içine sığdırabilmek için neler çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah. Ancak bu hastalığın bana özel bir durum olmadığını öğrendiğim için mutluyum. Zaten hayatım boyunca dünyada nadir bulunan hastalıklardan hazzetmemişimdir. Bu hastalığın bana özel olmadığını öğrenmiş olsam da, bu hastalığın psikolojik bir nedeni olduğunu düşünmeye başlıyorum artık. Belki de biz düzen içinde yaşamak istiyorduk ama gövdemiz, zihnimiz, dünyaya karşı tavrımız o düzenin kurallarına büyük geliyordu, o yüzden de sürekli dışına taşıyorduk bir şeylerin.
Aynı kaldırım taşlarının kare desenlerinin dışına taşan ayaklarımız gibi. Bunları Altındağ Belediyesinin önünden Hamamönü’ne doğru ilerlerken karşıma çıkan dikdörtgen desenli kaldırım taşlarının desenlerinin dışına çıkmamaya çalışırken düşündüm. Ne yalan söyleyeyim gene beceremedim. Tüm çabalarıma rağmen Hamamönü’ne gelene kadar belki de yüzlerce kez o taş üzerine çizilmiş dikdörtgen çizgilerin dışına çıktım. Kaldırımları yapanlar benim ayaklarımı düşünmemişler, bu benim suçum mu? Aynı herkesi standart, her şeyi seri üretim anlayışıyla torna tezgâhından çıkmış gibi görenlere, ruhumuzun vidalarına satırlarla girişip bize boyun eğdirmeye çalışan efendilerin düzenine karşı çıkmamız gibi. Kabul etmediğimiz bir düzeni yaratanların ve onların uygulayıcılarına karşı çıkmamız gibi, suç bizim mi?
Neyse ki Hamamönü’nün kaldırım taşları daha merhametli karşıladı beni. Turuncu parke taşları bir insanın ayağının sığamayacağı kadar küçük olduğu için kaldırımlara bakmadan yürümeyi başarabildim. Alt katları gri taşlarla örülü, üst katları kireç beyazı renk boya ve kahverenginin uyumuyla restore edilmiş tarihi konaklar şehir mimarisinin çirkinliğinden bir nebze de olsa kurtulmamı sağladı. Daracık sokaklar, sokakların her bir yanını süsleyen saksılardan düşen solgun çiçekler, çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir adamın, karşısına çıkan göletin neresinden su içeceğini bilemediği o ilk ânın heyecanını yaşattı bana. Sokakta yürüyenlere aldırmadan, hayat acemisi bir neşeyle top oynayan çocuklar gördüm. Bir an için soğuğa aldırmadan bu dar sokaklarda top oynayan çocukların arasına katılmak istedim. Yaşım geçti denen utanç belasından bunu da yapamadım. Ayakların yön kabiliyetine inanıp yürümeye devam ettim. Yıllarca yaşadığım bu şehirde olan ama bu şehre ait olmayan sokaklara dalma isteğimi dizginleyemedim.
İçimde rotasızca kaybolmaya dair müthiş bir arzu belirdi. Titreyen nefesimde, sevdiği kızla buluştuğu ilk anın şaşkınlığıyla ellerini nereye koyacağını bilemeyen bir genç âşık heyecanını hissettim. Tarihi konakların altında Hamamönü’nün dokusunu bozmayan kafeler keşfettim. Bunlardan birine oturup soluklanırken yan masada oturan yaşlı ancak dinç adam dikkatimi çekti. Ayağında spor ayakkabı, sanki bembeyaz sakallarına inat olsun diye takılmış kara kalın çerçeveli, numaralı gözlükleriyle, çok uzaktan bile ben farklıyım diye bağıran bir stili vardı. O sırada genç garsona duvardaki meyve tabağı resmini gösteriyor, ”bu ne” diye soruyordu, çocuk bilgin bir edayla ”natür mort” tablo diye cevap veriyordu. Ancak ihtiyar bununla yetinecek gibi değildi, ”Peki natürmort ne demek?” diye sordu genç garsona, garson biraz düşündükten sonra ”meyve tabağı resmi” diyebildi. Adam birden parladı : ”Yahu arkadaş sen bilmediğin şey hakkında niye konuşuyorsun, seni illa cahil konumuna mı sokmam lazım, bilmiyorum demek bu kadar zor mu?” diye garsonu paylarken garson kem küm etti adamın karşısında. Babacan tavırla diğer garsona da dönerek: ”Bakın delikanlılar natürmort ölü doğa demektir. Bunu unutmayın yarın tekrar gelip hepinizi sınav yapacağım.” Bu adam o kadar dikkatimi çekti ki masasına gitmeye karar verdim.
Yanına yaklaşarak kendisine bir kahve ısmarlamak istediğimi söyleyince çok memnun oldu, ”Ooo delikanlı cömert insanları severim senin adın kesin İhsan’dır, gel otur muhabbet edelim.” dedi. Kahvelerimiz geldikten sonra isminin S… olduğunu öğrendim, merak ettiğim bir diğer husussa mesleğiydi bu yaşlı adamın, ne yalan söyleyeyim emekli bir profesörüm demesini bekliyordum ama o New York Times’da yazar olduğunu, New York Times’da ”Manhattan Benim Olacak” başlıklı yazılar yazdığını anlattı. Bunu duyduktan sonra karşımdaki insanın ilimle irfanı harmanlamış bir meczup olduğunu anladım. Ancak bozuntuya vermedim. Ne de olsa benim de aklım tam sayılmazdı. Hayat dolu, sempatik, uçarı tavırları vardı adamın. Konuşmamız sırasında havlayarak sokaktan geçen bir köpeği gösterdi bana, bu ne delikanlı diye sordu. Köpek dedim. ”Köpek olduğunu biz de biliyoruz, köpek de ne köpeği bu?” Kırma bir köpeğe benzediğini söyleyince yüzünü ekşiterek ”Sen de amma cahilmişsin be delikanlı; bak anlatayım, bizim ülkemizde iki cins köpek vardır, biri Anadolu köpeği diğeri de Trakya köpeğidir. Şimdi diyeceksin ki ikisinin arasındaki fark nedir, onu da açıklayayım. Anadolu köpeği hav hav hav diye havlar, Trakya köpeğiyse zirgüleli hicaz makamında avkıv avkıv avkıv diye havlar, bunu mektepte anlatmazlar, kıraathane bilgisidir.” Söyledikleri bana çok ilginç gelmişti, tahminime göre çok bilgi sahibi olan insanların bu bilgilerle zihin şemalarını doldurmasıyla beraber, tüm şemaların birbirine karıştığı bir zihin yapısına sahipti bu adam. Ben de zaten küçüklüğümden beri böyle meczup, deli ve noksanlıklara sahip insanları severdim. Belki de sırf bu yüzden içim ısındı bu adama.
İlkokulda okurken arkadaşlarım Bahçelievler’de dolanan lüks arabalara, o zengin sofrası pahalı kafelere, gösterişli ve güzel kadınlara dikkat kesilirken ben bu lüks şamata ile hiç ilgilenmezdim. Bana çevremdeki sakat insanlar, deliler, dilenciler daha ilginç gelirdi. Onların hayatını merak ederdim. Hiç unutmuyorum okulumuzun bahçesinde Deli Metin adını verdiğimiz bir adam yaşardı. Tüm parmaklarında yüzük olan, saçı ve sakalından yüzü seçilemeyen, sokaklarda yaşayan bir adamdı. Kimseyle ilgilenmez ve asla dilenmezdi. Çöpten yiyecek toplar, bazen de çevredeki insanlar yiyecek verirdi ona. Kışın soğuk havalarda çöpleri yakarak ısınırdı. Öğrenciler arasında onun hayatıyla ilgili efsaneler dolaşırdı. Bunlardan birkaçı hâlâ aklımdadır. Birisi şu şekildeydi: Güya Metin çok zenginmiş, sonra batmış, batınca da delirmiş, parmaklarındaki yüzükler de o zengin günlerinden hatıraymış. Bir başka efsaneyse şu şekildeydi: Metin bir kızı çok sevmiş, ama kızın ailesi kızı buna vermemiş, Metin de aşkından delirmiş, o yüzükleri de sevdiği kızla yüzükleri takılmadı diye takarmış. Dikkatimi çeken şeyse, Metin’le ilgili tüm efsanelerin parmaklarındaki yüzükler etrafında dönmesiydi. Yüzüksüz bir efsanesini hatırlamıyorum, hatta bazı arkadaşlarım onun yüzükleriyle ilgili, sonradan adının memorat olduğunu öğreneceğim uydurma hikâyeler icat ederlerdi. Kimileri o yüzükleri taktığı için üşümediğini, yüzüklerden ateş çıkarırken onu gördükleri şeklinde olağanüstü inanışlara sahiptiler.
Metin’se kimseyle konuşmaz, kendini tüm dünyadan soyutlamış şekilde yaşardı. Ancak hakkını yemeyeyim biri yiyecek verirse başını sallayıp teşekkür ederdi. Ancak asla dilencilik yapmazdı, kimseye minneti yoktu. 2002 ya da 2003 yılının kışı olmalıydı, okulumuzun bahçesinde yaşayan Metin’i göremez olmuştuk, birkaç gün sonra öldüğü haberi geldi, meğer donarak ölmüş Metin. Çöplerin arasında çöpçüler bulmuşlar cesedini, kimseye minnet etmemiş, ısınmak için kapı çalmamış, ölene kadar dayanmış, çöplerin arasında yığılıp kalmış. Metin o gün bugündür kahramanımdır benim. Metin’in gıyabında tüm garipler, yoksullar, ezilmişler, sakatlar ve meczuplar da. Nerede bir Metin görsem, elini tutmaya çalışırım, gücümün yettiğince. En güzel zaafım da budur sanırım.
Not: Fotoğraflar temsilidir…