İzmirli yazar dostum Bekir Yurdakul, Dil Derneği’nin genel kurulu nedeniyle Ankara’ya gelmişti. Görüşelim istiyordu. Bir cumartesi (27 Eylül 2014) ikindisinde buluştuk. Söyleşimize, şair dostumuz Hüseyin Atabaş da katıldı. Anılar arasında kulaç salladık biraz. Anekdotlara çıktı yolumuz. Bazen gülümseyerek, zaman zaman kahkahalar atarak, bazen de hüzünlü bir çizginin yüzümüze yerleştiğini görerek nice edebiyatçıya ilişkin anıyı, anekdotu paylaştık.
Ölmüş şairlerimizi, yazarlarımızı yadederken, Orhan Veli’nin bir dizesini anımsadık:
“Ölünce biz de iyi adam oluruz”.
***
O gün benim için, günün arasına sıkışan bu anılı, anekdotlu güzel birkaç saatin dışında acılı bir gün olmuştu. Ölümün gölgesini düşürdüğü acılı bir gün…
Öğleye doğru çayımı yudumlarken cep telefonumdan internete girdiğimde, karşıma çıkan ilk elektronik mektup Türkiye Yazarlar Sendikası’ndandı (TYS) ve güzel insan ve iyi şair Metin Demirtaş’ın ölümünü haber veriyordu… Gece yatmaya hazırlanırken, şöyle azıcık Facebook’a göz atayım dedim. Karşıma ilk çıkan paylaşım iletisi Cengiz Kaplan’dandı ve Köy Enstitülü yazarlarımızdan romancı, öykücü Talip Apaydın’ın ölümünü haber veriyordu. Metin Ağabey’in ruhumu sürüklediği yas hali yetmezmiş gibi, tam yatmak üzereyken de Apaydın’ın ölüm haberi… Hüzünle koydum başımı yastığa… Güzel insanlar, bir bir veda ediyorlardı işte dünyamıza… Bu giderek daha çok kirlenen dünyamıza…
***
Aradan birkaç gün geçti. Eylül’ün sonuydu. Öğleyin Kocatepe Camisi avlusunda toplanmıştık. Ankara’da yaşayan şair ve yazar dostların yanı sıra başka kentlerden gelenler de vardı. Hepimizin bakışlarında, bir güzel insanla daha vedalaşmanın hüznü…
Daha çok hüzünlerde, cami avlularında buluşur olduk… Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Gitgide artıyor yalnızlığımız” dizesini anımsarım böyle zamanlarda. Duru yürekli insanlar yaşama veda ederken, geride kalanların yalnızlığı büyür… Bunu söylüyordu işte şair. O gün de Cahit Sıtkı’nın dizesini andığım da, Orhan Veli’nin dizesini okudu bir başka dostumuz da… “Ölünce biz de iyi adam oluruz” dedi. Genç ölmüş şairlerimizden Orhan Veli, hemen her yaslı halimizde, bu dizesiyle aramızda oluyor, yasımıza katılıyordu işte…
Yaşamdan süzülen şiirler böyledir. Yaşamda karşılığını bulur, yaşamımızın bir parçası olur. Yaşamdan süzülmemiş, yaşamasız şiirlerse, belki entelektüel söyleşilerde konuşulur, tartışılır ama, yaşam akıp giderken aramıza katılıp bizimle olmaz, yasımızı, kederimizi paylaşmazlar. O şiirler, ruhumuzda çizik açmamış, kanımıza karışıp damarlarımızda akmamış, beynimizin kıvrımlarında kendine unutulmaz bir yer bulmamış, bulamamıştır.
Bunları düşündüm, Kocatepe Camisi’nin avlusundan uzaklaşırken… Ve birkaç ay önceki bir dost söyleşmesi geliverdi usuma…
Yedi-sekiz kişiydik masada. Şairler, öykücüler, gazeteciler… Bir öykücümüz dedi ki:
“Günümüz şairlerine kızıyorum…”
“Neden?” diye sordum hemen… Yanıtı, “Şiirlerini birbirlerine yazıyorlar” şeklindeydi. Burada durdum. Çünkü, iki ayrı şekilde anlaşılabilirdi bu söz. Günümüz şairlerinin şiirlerini birbirlerine adadıklarını düşünebilirdik. Bir de, şiirlerinin, doğrudan şiirle ilgilenmeyen, şiirin teknik sorunlarıyla haşır neşir olmayanların gönül tellerine dokunamadığını…
Öykücü arkadaşımız hangi anlamda söylemişti sözünü? Bunu netleştirmek istedim. Sordum ve netleştirdim de… İkinci anlamda kullanmıştı tümcesini… Şiirlerin yaşamasız olmasına, yaşamda karşılık bulamamasınaydı tepkisi.
***
Orhan Veli’nin dizesinin durmadan kendini anımsatması, bir şiir dersiydi aynı zamanda. Üstelik benim hep savunduğum, şair dostlarımla ya da genç arkadaşlarla edebiyat söyleşilerimizde özellikle vurguladığım bir şey… Şiirler, yaşamın içinde nefes alıp vermeli, bizim ve başkalarının “yazgısı”nda yer bulmalı kendine, yaşamalı, dedim hep. Elbettte öykü anlatmaz şiir, ama öyküsü, hatta öyküleri olmalı, dedim. Değilse, ölü doğmuş bir çocuk olarak kalırlar, mükemmel bir teknik yapıya sahip olsalar da… Mimarisi kusursuz olmakla birlikte, içinde yaşanmayan, aşklara, ayrılıklara, coşkulara, hüzünlere tanıklık etmeyen bir bina gibi dururlar kitapların ya da yayımlandıkları dergilerin sayfalarında…