Son matbaanın kapandığını görebilecek miyim? Temenni değil sadece bir merak. Umarım görmem. Çünkü bu gözler son daktilo fabrikasının kapandığı haberini gördü;
“Dünyanın son daktilo fabrikası olan Hindistan’daki Godrej&Boyce geçen hafta artık üretim yapmayacaklarını açıkladı. Devamında da, aslında 2009’dan beri üretim yapmadıklarını ve stoklarının da tükendiğini söyleyerek bir devrin kapanışını ilan ettiler. Fabrika yetkililerinin verdiği rakamlar durumu özetliyor aslında: “20 yıl önce yılda 50 bin daktilo satardık. O zamanlar daktilo almak kültürlü ve kaliteli olmaya işaretti. Şimdi yılda 180 adet satabiliyoruz. (30 Nisan 2011-Milliyet)”
Üretilen en son daktiloyu kim almıştır acaba?
Mark Twain, Tom Sawyer’in maceralarını daktiloyla ilk olarak yazmaya başladığında kendini nasıl hissediyordur, kim bilir? Yüzlerce yıl kullanılacağını düşündüğü bu aletin ilk seri üretiminin üzerinden (1868) bu tarihe kadar geçen ömür yüz elli yıl bile değildi. 1940’lı yılların icadı olan bilgisayarların ömrü belki daktilonun ömrü kadar bile olmayacak, şu yetmiş yılda katettikleri gelişim artık neredeyse klavyenin bile sonunu getirecek cinsten.
Sezonu böyle sevimsiz bir şekilde neden açtığımı ben de bilemedim şimdi. Fütürist teknoloji yazarlarına döndüğümü hissettim birden. Biraz bilinçaltımı zorlayınca düştüğüm bu çukurun sebebinin Galeano olduğuna kanaat getirdim. Çünkü bir kaç aydır Galeano ile hemhalim. Hem Galeano hem de onun Aynalar kitabı beyin devrelerimde harabiyet yaratmış olabilir. Bir yazarı derinine keşfetme anları genelde verilen görevlerin arkasından koşulan zorunluluk olsa gerek. Keşke olmasa. Keşke sadece edebiyatla ilgileneceğimiz bol zamanlarımız olsa… Bir yazı teklifini kıramayarak kabul ettiğim bu görev ilk başta kasılmama sebep oldu. Sonra beni yeni keşiflere sürüklediği için hoşuma bile gitti. O yazının içeriği ve Galeano başka bir zamanın konusu. Zaten kitaplaşmasını bekleyecek. Benim bahsetmek istediğim konu aslında daktilo, tekrar oraya dönelim.
Yıl 1990. Adana’nın Yumurtalık İlçesine bağlı Yeşilköy Kasabasına sağlık memuru olarak atandığımda on sekiz yaşında devlet memuruydum. Bırakın memurluğu, sağlık ocağındaki görevimi nasıl yapacağımı bile tam olarak bilemiyordum. Her şeyi kitaplardan öğretmişlerdi öğretmenlerimiz. Tüm bunlar yetmezmiş gibi o sağlık ocağında doktor olmadığı için kurum amiri de ben oldum, iyi mi? Yanlış hatırlamıyorsam iki ebe, iki sağlık evi ebesi, bir sıtma laborantı, üç veya dört sıtma savaş işçisi vardı sorumlu olduğum. Burayı da bir gün ayrıntılı anlatmak isterim aslında. Sağlık ocağın idari odasına yerleştim. Ve masa üzerinde kocaman duran bir daktilo vardı. Markasını hatırlamıyorum. Burada, dosyalardan baka baka öğrendiğim resmi yazışmaları yapacaktım. İki parmakla bekleye bekleye yazdığım resmi yazıları kendim imzalıyor, Yumurtalık Sağlık Grup Başkanlığına veya Adana İl Sağlık Müdürlüğüne yine kendim götürüyordum. Daktiloda yazmak keyifliydi. Hele de ara ara yazdığım şiirleri temize çekerken büyük keyif alıyordum.
Yıl 1992. Ankara’ya geldim. Üniversite yıllarında edebiyata ilgim daha da yoğunlaşmıştı tabii. Sürekli şiir yazıyor, şiir kuramı üzerine ne bulsam okuyordum. 1995 yılı veya 1996 yılı olmalıydı. O yıllar Ankara’da yaşayan öğretim görevlisi, şair Salih Bolat’la yollarımız Ankara’da kesişti. İsmini biliyordum. Şairdi. Adana’lıydı. Kendisi Çağdaş Sanat Merkezi’nde yazma üzerine dersler veriyormuş (Türkiye’nin belki de ilk yaratıcı yazarlık atölyesi), ben düz yazı ile ilgilenmiyorum o dönemler. Edebiyatla ilgili olduğum ve dersi veren bir şair olduğu için şiir üzerine konuşuruz diye Salih Bolat’a kendimi tanıttım ve tanıştık. İlk başlarda değişik birisi olarak görmüştüm veya belki de tüm şairler böyleydi. Çünkü ilk kasabadan büyükşehire yeni gelmiştim ve ilk defa bir şairle tanışıyordum. Salih Hocamla giderek daha samimi olduk, ara ara ders verdiği iletişim fakültesine de gidip gelmeye başladım. İşte gittiğim bu günlerin birisinde hoca bana dedi ki; “Murat senin kalemin iyi, iyi şeyler yazıyorsun, ben yeni yeni bilgisayarda yazmaya başladım, daktilomu artık kullanmayacağım, sana daktilomu vermek istiyorum ama yazıyı bırakmaman şartıyla.” O an, o heyecanı unutmam mümkün değil.
Kendisi için anlamını sonradan öğrendiğim (Sahi, o zaman neden sormadıysam…) daktiloyu, yeşil kutusuyla birlikte aldığım eve getirdim, enine boyuna inceledim, temizledim, hatırladığım kadarıyla bir iki şiir yazdım deneme amaçlı. Sonra kutusuna koydum kaldırdım. Çalışma odamın veya ortamımın hep baş köşesinde oldu daktilo. Hiç kullanmadım ama onun yaydığı yazı ruhu, esin ruhu hep üzerimde dolaştı. Ne o benden koptu ne ben ondan kopabildim. Bir süre sonra ben de tamamen bilgisayara geçince kendini unutulmuş hissetti mi bilmiyorum ama ben buna izin vermemek adına ara ara açıp temizliğini yaptım. Sosyal medya hesaplarımın kapalı olduğu bir zamanda bu daktilodan ve ona gönderdiğim kitabımdan bahsetmiş Salih Hocam, sanırım okumadığımı görünce iki ay sonra mesajla bildirdi. Hesabı açıp okudum, duygulandım. Sezonun ilk yazısı bu daktilo üzerine olsun istedim. Bazı görüntüleri, bazı objeleri kullanmasak da o objeler, o görüntüler bize güç verebilir. Bu mistisizm anlamında değil; geçmişte ona yüklenen anlamlara sahip olduğumuz için. Onlar zamanın değerleriydi.
Sanki sürekli üretip dergi dergi yazı yollayan biri gibi, sanki kendi duygu ve düşünce dünyamdakileri ben değil daktilo yazacakmış gibi ona çok özel anlamlar yüklediğim; bana “yazmaya devam şartıyla” verilen daktilo için mi, şimdi bir türlü bulamadığımız dostluğu ve sahiciliği mi anlatmak için mi yazdım tüm bunları bilemedim. Yazmanın bilinen değil, daha çok sezilen bir eylem olduğu içindi belki de bunca laf kalabalığı. Şen ve esen kalın…
02.10.2017