Öğle üzeriydi. Deniz kenarındaki bankta oturmuş, güneşin tenimizi ısıtmasının rehavetini yaşıyorduk. Banka sırt üstü uzanmış, başımı sevgilimin dizlerinin üzerine koymuştum. Hafif bir rüzgar esiyor, Olga’nın saçları savrulup, ara sıra yüzüme değiyordu. Olga, bir Gürcü’ydü ve Fındıklı’daki konservatuarın bale bölümündeydi. Kısa süre önce tanışmıştık. Dedemin Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te doğmuş olması, Kafkasya’dan göçüp Anadolu’ya gelişimiz ve Gürcü şaraplarının nefasetinden başlayan sohbetimiz, farkında olmadan yakınlaşmamıza ve sonrada sevgili olmamıza neden olmuştu. Olga, bu hayatta görebileceğim en güzel kadınlardan biriydi. Dedemin gözleri gibi masmaviydi gözleri. Uzun saçları ve bir balerinde mutlaka olması gereken zarafetiyle, bu dünyaya dans etmesi için gönderilmişti sanki. O, âşık olduğum kadındı. Zamanımın büyük bir kısmını Olga’nın yanında geçiriyor, bazen Teknik Üniversitenin konservatuarına gidiyorduk. Zaman bulursam kendi fakülteme ve o zevksiz kantinimize de uğruyordum. Bence, bir konservatuarın en güzel yeri kantinleridir. Bildik öğrenci kantinlerine hiç benzemezler. Hele de matematikten, fizikten, statikten başka bir şey konuşulmayan mühendislik fakültelerinin kantinlerine… Şan sınavına hazırlananların ses açma egzersizlerinden, enstrüman sınavına gireceklerin arpejlerine, tütü etekleriyle koşturan bale öğrencilerinin telaşına kadar her şey çok farklıdır, konservatuar kantinlerinde. Fındıklı’daki fakültenin kantini de tam anlamıyla bir konservatuar kantiniydi. Tek farkı, deniz kenarında ve boğaz manzarasına hakim olmasıydı ki bu hiç de ihmal edilecek bir olgu değildi.
Banktan kalkmış, kantine yönelmiştik. Olga’nın yürüyüşünü ve ritmik hareketlerini taklit ediyordum. İçerisi her zamanki gibi telaşlıydı. Herkes her yere koşturuyor, çay ve kahve bardakları ellerde dolaşıyordu. Ocaktan iki çay alıp bir masaya oturduk. Oturduğumuz masanın karşısında ve uzak köşede bir kız dikkatimi çekmişti. Bacaklarının arasına aldığı çellosuyla neredeyse savaşıyordu. Ritmik ve keskin hareketlerle bir partisyon çalışıyordu. İstediğini gerçekleştiremeyince duruyor, sonra yeniden başlıyordu. Çello, kederli bir tınıya sahip olduğunu düşündüğüm ve en sevdiğim enstrümanlardan biriydi. Olga, kıza baktığımı görünce, bir çimdik atıp, ağır aksak Türkçesiyle çıkışmış, güzel olduğu kadar kıskanç olduğunu da hissettirmişti. Meğerse çellosuyla savaşan kız Olga’nın arkadaşıymış. Merakla baktığımı görünce, istersem yanına gidip tanışabileceğimizi söyledi. Olga gibi cinsi latif bir sevgilim varken o kızın ilgimi çekmesi söz konusu olamazdı. Ancak çellosundan çıkardığı sesler çok etkileyiciydi. Bu yüzden ne çaldığını öğrenmek istedim ve masamızdan kalkarak o tarafa yöneldik. Kız, Fransa’dan öğrenci değişimiyle gelmişti. Adı, Jacqueline idi. Çalmaya çalıştığı partisyon, besteci Edward Elgar’ın çello konçertosundan bir bölümmüş ve hem adaşı, hem de Fransız çello sanatçısı olan Jacqueline du Pré’nin yorumuyla icra etmek için arkadaşlarına ve öğretmenine söz vermiş. İlk kez o an duymuştum Jacqueline du Pré’nin adını. Bu adın, sonrasında hayatıma eklemleneceğini, uzun yıllar boyunca benimle birlikte olacağını, trajik hayatının yarattığı gerilimin ve çellosuyla bütünleşen varlığının, benim kişisel varoluşuma derinden etki edeceğini, elbet ki o an bilemezdim. Ancak kesin olan, artık hayatımda bir çello sanatçısı ve inanılmaz aurasıyla, muhteşem zerafetiyle bir Jacqueline du Pré’nin olacağıydı.
Bienvenue, Jacqueline du Pré!..
Aradan uzun yıllar geçti. Olga, ülkesine döndü. Ben, aşkı ve ayrılığı öğrenerek, İstanbul’u terk ettim ve Ankara’nın bozkırında hayata karıştım. Her şey büyük bir hızla değişiyordu. Ama değişmeyen şeyler de vardı ve Jacqueline du Pré, bu değişmeyenlerden biriydi. Zaman içerisinde neredeyse bütün icralarını ve yorumlarını, ülkemizin şartlarına göre, edinmiştim. Çello, benim içim O’nun adıyla özdeşleşmişti. Hayatını ve trajik yaşantılarını öğrendikçe, kalbimden ve aklımdan çıkmaz bir fenomene dönüşmüştü. Yakalandığı hastalık, parmaklarında ve ellerinde oluşan hissizlik marazı ve uzun yıllar hastalığıyla mücadele ettikten sonra bu hayattan çekip gitmesi tarifsiz kederler yaratıyordu ruhumda. Çok güçlü bir bağ oluşmuştu, ben’den O’na yönelen. Sanki aşk’tı ve bir ölüye aşık olmuştum. Yokluğun arzu ile olan ilişkisi ya da bizatihi yokluğun arzuyu yaratması bu çekimin ve aşk halinin kökeninde yer alıyor olabilirdi.
Jacqueline du Pré, artık benim Jacqueline du Pré’mdi. Hele de internet olanakları çoğalıp, görüntülü kayıtlarına ulaştıktan sonra… Gülümseyen yüzü, ince uzun elleri, çellosuyla bütünleşen varlığı, icra anlarındaki yüz ifadeleri, saçının savruluşu, bazen donuklaşan tavırlarıyla partisyonu izleyişi ve O’nun her halini, bu kayıtlardan takip edebiliyordum. Çello söz konusu olduğunda inanılmaz performanslarıyla efsaneleşen ve Jacqueline du Pré’nin de öğrencisi olduğu Mstislav Rostropovich dahil, bana göre hiç kimse O’nun yarattığı dramatik etkiye ulaşamıyordu. Mstislav Rostropovich’in neredeyse kusursuz icrası, granit yorumu ile her notayı ruhunda, teninde, kalbinde, parmaklarında duyumsayarak seslendiren Jacqueline du Pré’nin yorumu karşılaştırılamazdı bile. En azından benim tercihim ve kalbim Jacqueline’den yanaydı. Şiirle uğraşıyor olmam, O’na karşı duyumsadıklarımı zaman zaman sözcüklerle ifade etmeme, çeşitli dizeler veya olası bir şiirin bölümcelerini yazmama neden oluyordu. Asıl sorun bir şair olarak önce söz’ün var olduğuna inanmamdı. Tanrı da öyle söylüyordu. Ama Jacqueline du Pré’yi dinledikçe, onun o zarif parmaklarının ürettiği ses’leri duydukça bu inancım sarsılıyordu. Belki de önce ses vardı ve Jacqueline du Pré bu yargının hakikatini cisimleştiren bir ulaktı. Bazen de metin, manzum niteliğinde bir şeyler yazıyordum defterlerime. Ancak bütünlüklü ve benim onaylayacağım, kalbime dokunan bir sonuç oluşmuyordu bir türlü. Fakat her şeyin bir zamanı varmış; Tanrı’nın Vaiz’e söylettiği gibi, her şeyin, nehirlerin okyanusa ulaşmasının bile bir zamanı olduğu gibi… Yazamadığıma göre demek ki henüz Jacqueline’in zamanı gelmemişti. Ta ki bir arkadaşımla sohbet edene ve onun sezgisel bilgisinin beni şok etmesine kadar…
Sıradan bir gündü. Bir şiir kitabım hakkında Devrim Kılıç ile konuşuyor, hayatıma etki eden ve yazma uğraşımın içerisinde verime dönüşen kadınlardan söz ediyorduk. Devrim, ilk kitabımda hemhal bir duygudurum hali yaşadığım Nilgün Marmara’dan, suretleri üzerine bir uzun şiirle kitap oluşturduğum Janis Joplin’den söz ettikten sonra, bir üçleme yapabileceğimi dile getirdi. Üçlemelerin, sanat ve yazın dünyasında etkin bir form kullanımı olduğunu da vurguladı. Ben, gayri ihtiyari olarak, kim olabilir, diye sordum. Devrim’in yanıtı “Jacqueline du Pré diye bir çello virtüözü var, biliyor musun?” oldu. Neredeyse bayılıyordum. Bu bir rastlantı mıydı? Rastlantı diye bir şey var mıydı? Devrim, neden bu adı söylemişti? Nedenlerini bilemesem de, açık olan, benim sevgili virtüözüm ve imkansız aşk’ım Jacqueline du Pré, yeniden hayatıma eklemlenmişti. Devrim, bu eklemlenmeye bilmeden vesile olmuş, bu adın bendeki derin karşılığını anladığında hayli şaşırmıştı. Hayat, sürprizlerini ve rastlantılarını sürdürmeye devam ediyordu.
Birkaç gün sonra dostlarım Ali Hikmet Eren ve Gökhan Tok ile buluşmuştuk. Serin bir arka bahçesi olan her zamanki mekanımızda oturmuş, bira ile tuzlu fıstığın olağanüstü uyumu üzerine konuşuyorduk. Bir an, üç beş masa ötede oturan bir kadını fark ettim. Yalnız başına oturan ve kahvesini içen kadına dikkatle bakınca gözlerime inanamadım!.. İnsanların çift yaratılmış olduğu söylenirdi. İnsan, insana benzerdi elbet. Ama şu an, o masada oturan kadın, benim sevgili virtüözüm Jacqueline du Pré olabilir miydi? Olamazdı. Olmamalıydı, çünkü yıllar önce ölmüştü Jacqueline. O halde ikizi, kız kardeşi ya da reenkarnasyon sonucunda yeniden bedenlenmiş varlığı mıydı gözlerimin gördüğü. İnanamıyordum. O ana kadar hiç söz etmemiştim dostlarıma, Jacqueline du Pré’den. Bir solukta, bütün hikayeyi anlattım. Devrim’in üçleme önerisini vurguladıktan sonra, eğer arkalarına dönerlerse Jacqueline du Pré ile karşılaşacaklarını söyledim. Çok şaşırdılar. Ölmemiş miydi, diye sordular. Bilmiyorum, dedim. Öldüyse, o masadaki kadın kimdi? Her şey birbirine girmişti. Gerçek ile hayal, kurgu ile hakikat, suret ile asıl birbirine karışmıştı. Gidip konuşmayı istedim. Ama uygunsuz bir davranış olacağı ve rahatsızlık vereceğim kesindi. Vazgeçtim. Belki, dedim. Keşke, dedim. Kalkamadım yerimden.
Hanımefendi bizim bakışlarımızdan büyük olasılıkla rahatsız olup bir süre sonra masasından kalktı. Yanımızdan geçip, yavaşça çıkışa yöneldi. Kendisini hayranlık ve şaşkınlıkla izleyen gözlerim, gördüğüne ikna olamayan aklımı tersinliyordu. Neydi bu yaşanan? Sevgili Jacqueline du Pré, ölüler ülkesinden geri mi gelmişti? Bana görünen suret, kendini anımsatma görevini yerine getirip sessizce geri mi dönmüştü? Neden yıllardır, O’nun için birçok not tutmuş olsam da bir betik yazamamıştım? Şimdi mi vakti gelmişti ve bu an, vaktin geldiğinin işareti miydi? Her şey birbirine girmişti. Bir an masadan kalktığımı ve O’nun masasına gidip konuştuğumu düşündüm. Düşündüm mü, yoksa böyle bir sanıya mı kapıldım, bilmiyorum. Ya da gerçekten konuştum mu, emin değilim. Ne demiş olabilirdi bana? Acaba o da Fransız mıydı? Jacqueline du Pré’yi bilir miydi? Kardeşi, ikizi olabilir miydi? Sorular sonsuzca çoğalabilirdi. Ama kesin olan sevgili virtüözümün kendini bana anımsatmasıydı. Zaten unutmamıştım. Ama bir farkındalığa ihtiyaç varmış demek ki. Sevgili Jacqueline du Pré, kendisini böyle anımsatmayı uygun görmüş olabilir miydi? Her türlü olasılığı bir tarafa bıraktığımda, yazmaktan başka bir seçeneğim kalmadığını açıklıkla ve gönül gözüyle de görmüştüm. Dosyalarıma, defterlerime, notlarıma geri dönmeli ve her ne türde olacaksa yazmalıydım. Ama bir şey kesinleşmişti: Yazacağım kitabın adını koymuştum. Bu ad: “… Jacqueline … ” olacaktı. Şimdi o kitabın içerisindeki sözcükleri bulmam gerekiyordu… Galiba buldum ya da bulduğumu varsayıyorum. Yazım süreci devam etmekte. Ve umarım ki Jacqueline du Pré, bu betikteki bütün sözcükleri, kara bir şairin ona gönderdiği hasret seslenişleri olarak duyacaktır…