… Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu. Kaynakları da kaderimde olan bir zorlama. Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi…” (1)
Günlük gazeteleri okurken birdenbire anımsadım: 11.İstanbul Bienalinin (12 Eylül-08 Kasım 2009) sav sözü ya da küratör talimatı “İnsan neyle yaşar?” idi. Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sının ikinci perdesinin kapanış şarkısının içerisinde geçen bu tümce, küratörler WHW(What, How&for Whom) tarafından bienalin majör savı olarak öne sürülmüştü. Bienal içerisinde yer alan “iş”lerin nitelikleri göz önüne alındığında, istenilen sonuçlara ulaşılıp ulaşılamadığı ya da bienal etkinliğinin ürettiği “anlamın”, sav sözün cisimleşmesinde ne tür işlevlere sahip olduğu başka bağlamlar da tartışılabilir. Ancak tümcenin çağrışımsal olanaklarının yoğunluğu, olası anlamlandırmalara ivme verebilecek güçte görünmektedir.
Gerçekten sormak gerekir, hele de günümüz dünyasında: “İnsan neyle yaşar?”
Kapitalist dizgenin mutlak boyunduruğu altında yaşamaya çalışan, daha doğrusu tüketerek varolduğu sanısına inandırılan toplumsal yığın, böylesi bir sorgulamanın gereksizliğini en başta ilan eder. Çünkü yanıt açıktır: İnsan, tüketebildiği ölçüde yaşar. Yani, tüketim nesneleri ve tüketme eylemi, yeter ve gerek koşuldur. Tüketimin hazla ilişkilendirildiği bu düzenek, basit ve sorgulamayı içermeyen semantiği ile sorunsuz bir hayatı öne çıkarır. Tüket, haz al ve “mutlu” ol!.. Oysa her şeyin bu kadar basit olmadığı açıktır. İnsanın ne ile yaşayacağı, mutlak anlamıyla ontolojik bir soru ve sorundur. Varolmaya çalışan her ben, yaşama edimine içkin öğeleri, bu edim içerisinde yol aldıkça ve seçimlerine bağlı olarak kendisi belirler. Schopenhauer’i anımsarsak, dünyanın istencin tasarımı olduğu bilgisi, bütün metafizik çağrışımlarının ötesinde somut bir yargı olarak karşımıza çıkar. İkinci dünya savaşı sonrasında, sanırım Avusturya’da gerçekleştirilen, hangi kamu binalarının öncelikli olarak inşa edilmesine yönelik halk oylamasında, ülke halkının “opera” binasını ilk sırada seçmesi, söz konusu sorunun dikkat çekici yanıtlarından biridir. Dolayısıyla insanın kendisini ve ben’in varoluşunu nasıl algıladığı, yanıtın içeriğini oluşturan birincil öğe olarak ele alınabilir. Bu saptamadan sonra, hızlı bir projeksiyon ile tümel olan insan’dan, tikel olan ben’e ve şair’e ulaşırsak, sorunun olası yanıtlarının bizim için daha ilgi çekici olacağı söylenebilir. Yani, yeniden sormak gerekmektedir: Şair, neyle yaşar?..
“Dil” ile ya da daha yakınsak bir mercek ayarı yapıldığında sözcükler ve sözcüklerin bir araya gelerek oluşturduğu “anlam”lar ile uğraşan ve yapısalcı anlamda ben’ine özgü “söz”ünü yaratmaya çalışan, bu yaratısıyla acıya ve kana bulanmış günümüzün kapitalist dünyasında var olmaya uğraşan şairin, neyle yaşayacağı hayli ilginç bir sorudur. Hele de üretilen ve çeşitli yayım araçları ile dolaşıma sokulan “güncel şiir”i görüp, okuyup, algılamaya çalıştığımızda…
Hem genel olarak, hem de sanat/şiir ve sanatçı/şair düşünülerek özelleştirildiğinde, sözcüklere ve dile olan gereksinim, enikonu bir varlık ve varoluş sorunudur. Bu niteliğiyle, bienalin sav sözünün oluşturabileceği ontolojik bağlam ile bir tür örtüşmenin gerçekleştiği söylenebilir. “Şiir” sözcüğünün, batı dillerinden farklı olarak “şuur” ve “şiar” ile olan ilişkisi, ayrıca edebiyatın “edep” ve “adap” sözcükleriyle olan ilgisi, aslında bu varoluş ilişkisinin de imleridir. Diğer yazarları ve sözcüklerle uğraşanları tenzih ederek söylüyorum, özellikle şiir yazanların, bir varlık haline ve varoluş şuuruna sahip olmaları, bu varlık halinin, ben’in varoluşunun şiarı haline geleceği, gelmesi gerektiği söylenebilir. Edep ve adap sözcükleri ise başat anlamlarının yanı sıra o varoluş halinin bireysel davranış kiplerini imleyen, en edepsiz ve adapsız şeyleri yazarken bile kişiselliğin, samimiyetin ve üslubun önemini ortaya koyan kavramlar olarak ele alınabilir. Ayrıca biz, yazmanın ‘derdi olmakla’ ilgili olduğuna inanıyoruz. Çünkü yazmak, sözcüklerle girişilen bir tür varoluş deneyimi. Sıkıntılı, sorunlu, önüne konan ve dikte edilen yaşam kipleriyle uyuşamayan, yani ‘derdi olan’ ben’lerin, dertlerini ifade etme ve paylaşma isteği… Belki bir tür boşunalık. Belki de kimsenin böylesi bir paylaşıma gereksinimi yok bu dünyada. Yazan ben, kendini kandırmakta. Ya da nerede ve kim olduğu bilinmese de ‘ötekine’, daha doğrusu bir benzerine ulaşma umudu yazmak. Böylelikle korkutucu ve delirtici mutlak yalnızlıktan kurtulabilmeyi, çoğullaşabilmeyi umut etme, derdini söyleyerek efkarını bulaştırma isteği, hiçliğe bir çığlık gönderme iradesi belki de. Çünkü her çığlık, korkunç bir sesleniştir aynı zamanda. Hele de çığlığınızın kimseye ulaşmayacağını düşünüyorsanız. Yine de yazmak, çığlığını hısım kılmak bir ötekiyle. Birçok şey söylenebilir yazma ediminin içkin nitelikleri üzerine. Ancak kesin olan şu: “sözcüklere meyyalimiz, vallahi derttendir…” Ya da Ziya Paşa’nın dediği gibi: “azade-i ser olurdum asib-i derd-i gamdan/ ya derde düşmeseydim ya aklım olmasaydı.”
Buraya kadar dile getirdiğimiz uslamlamayı gönünde tutup, güncel dünyamızda acıya, mutlak sömürüye ve hiç dinmeyen insanın trajedisine baktığımızda, Brecht’in sorduğu sorunun can acıtıcı gerçekliği ve yakıcı sonuçları çok daha netleşecektir. Yazmanın ya da herhangi bir sanatsal yaratının içsel zorunlulukla olan ilgisi, kaynakların ben’in “kaderinde”, eş deyişle ben’in varlık ediminde ve varoluşunda olması gerekliliği, ya da yazılan, göze getirilen ve ötekine ulaşması murat edilen her çığlığın, yazan, yaratan ben’e içinden saldıran şeyler olduğu bilgisi kabul edildiğinde; bugün dolaşımda olan güncel şiirin ve bienallerin, küratörlerin, piyasaların, mezatların hükümranlığına boyun eğmiş güncel sanatın ben’e dair ne tür bir anlam ürettiği ve bu “güncel anlamın” gözlerini kocaman açıp bizi, şairleri, sanatçıları dikizlediği somut bir olgu olarak daha da belirginleşecektir. Hele de Sivas Katliamı gibi büyük bir utancın yaşandığı ülkemizde…
Şimdi, daha önce de sorduğumuz ve kimsenin üzerine alınmadığı soruyu tekrar sormak istiyoruz: Sivas Katliamından sonra, yanık insan eti kokusunun hiç eksilmediği ülkemizde kaç şair, sanatçı, yazar, ressam, heykeltıraş veya gündelik hayatı sürükleyen, sadece seçimlerde sandığa gidip oy veren demokrasi düşkünü yurttaşımız bu büyük acının kefaretini, “samimiyetle” ve sadece “kendisine” ödedi, ödeyebildi? Bu acımasız dünyada, merhametin tamamen yitirildiği bu kan ve sömürü imparatorluğunda, kaç insan neyle yaşadığını veya neyle yaşayabileceğini düşündü, muhasebesini yaptı ve dayatılan verili yaşantının hesabını sormayı arzuladı? Bu soruları ardışık olarak çoğaltmak ve hepsine yanıtlar aramak, elbet ki bu yazının ve yazarının tek başına üstleneceği bir şey değildir. Belki de böylesi bir sorgulamaya da gerek yoktur. Çünkü son kertede şiirin ya da sanatın, real ve irreal varlık tabakalarında yer alan sonsuz sayıdaki somut, soyut öğeler göz önüne alınsa da, üretim aşamasında bireysel bir edim olduğu ve edimi gerçekleştiren ben’e, o ben’in varlık haline içkin bir “ileti” olduğu düşünülürse, herkesin sadece ve sadece kendine “samimi” bir yanıt vermesi gerektiği savlanabilir. Biz, ötekine ulaşmasını murat ettiğimiz ve yokluğa saldığımız çığlığımızla, bu güne kadar yazdığımız her sözcükle kendi yanıtımızı oluşturduk ve oluşturmaya da devam ediyoruz. Bu metni, bir şair kardeşimin dizeleriyle bitirirken, aşağıdaki dizeleri de kendi “büyük” yanıtımıza ve var olma telaşımıza eklediğimizi belirtmek isteriz. Bakın ne diyor, uzak bir adam, çok uzak ama o kadar yakınlardaki bir şair-kardeş:
“saatler yorulmadan ben gideyim
torunlar tümümüzü birden astı.” (2)
(1) Carl Gustav Jung, Dört Arketip ,s.7, Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, 1.Basım, Mayıs 2003, İstanbul
(2) Selçuk Yamen, “İskemle” adlı şiirden, Ağırolbaydüzyazı Dergisi, Sayı:13, s.6-7, 2003, İstanbul