“Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkânda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü ölüler güçsüz değildir.
Ölüm mü dedim? Ölüm diye bir şey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan…”
Duwamish Kızılderililerinin Şefi Seattle’ın 1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce’e gönderdiği mektuptan.
Takvimler 1980 yılını gösteriyordu. Küçük bir çocuktum ve okumayı öğrenmiş olmanın coşkusuyla bulduğum her şeyi okuyordum. Hayatımın ilk on yılı büyük kargaşaların, ölümlerin, öldürmelerin içerisinde ve kulaklarımın silah seslerine aşina olmasıyla geçip gitmişti. Artık başka sesler duymayı arzuluyordum! Bilinçli ya da bilinçsiz, ancak kesin olan başka sesler duyma isteğiydi… Çünkü bir çocuğun hayatının ilk yıllarında görmemesi, duymaması gereken birçok şey görmüş, duymuş, yaşamış ve gözlemlemiştim. O yıllarda, babamın işi nedeniyle Diyarbakır’da yaşıyorduk ve her gün, ülkenin tamamında olduğu gibi, bir başka kaosla geçip gidiyordu. Mesela arkadaşlarımla ilkokula giderken, aniden karşılaştığımız bir korsan gösteri ya da silahlı çatışmanın ortasında kalabiliyor; uçuşan mermilerin, çeşitli silah seslerinin eşliğinde sağa sola kaçışıyor ve vurulan, yaralanan, kan revan içindeki insanlarla ya da cesetlerle yüz yüze gelebiliyorduk. Ülkemiz siyasal çatışmaların ve emperyal güçlerin küresel oyunlarının girdabındaydı. Ve bir çocuk, bütün bunlarla yaşamak, büyümek ve yüzleşmek zorundaydı… Tek sevinci okumayı öğrenmiş olmasıydı ve bulduğu her şeyi, hatta dükkan tabelalarını bile, bazen yüksek sesle okumaktan çok keyif alıyordu. Bir gün, 1980 yılının sonbaharında ise her şey aniden duruldu. Sabah uyandığında tankların caddelere, sokaklara girdiğini görmüştü çocuk. Annesi, tuhaf bir refleksle fırına gitmesini ve çokça ekmek almasını söylemişti. Askerlerin arasından fırına ulaşmış, sırada önüne geçmeye çalışanlara diklendiği için de dayak yemişti. Ve “darbe”, henüz anlamını bilmediği bir sözcüktü.
Aynı yıllarda dünyanın çeşitli köşelerinde çok farklı yaşantılar da deneyimleniyordu. Çocuk, bunların hiçbirinden elbet ki haberdar değildi ve ancak yıllar sonra ayırdına varacaktı. Mesela 70’lerin ikinci yarısında başlayan ve 80’lere uzayan, çılgın dansların ve aşkların alametifarikası olan “disko çağı” hüküm sürüyordu bir yerlerde. Bu görkemli disko algısının tam tersi bir akım ise büyük okyanusun ötesinde nüvelenmekteydi. Çocuğun, olasılık aynı tarihlerde doğduğu uzak kardeşleri başka kederlerle uğraşıyordu. Grunge Akımı, 1980’lerde ve esasen bir müzik tarzı olarak ABD’de doğdu. Akımın sembol ismi Nirvana grubunun solisti Kurt Cobain’di. Duwamish Kızılderililerinin Şefi Seattle‘ın adı verilen ve bir de heykeli bulunan Seattle şehrinde rock müzik yapmak isteyen, 80’lerin şatafatından uzakta, sosisli sandviç yiyip bira içen, yıkanmayı sevmeyen, sığıntı tarzında yaşayan, kat kat giyinen, senelerce aynı kazağı, tişörtü giyip, kıyafetlerindeki delikleri, yırtıkları umursamayan bu gençler, bambaşka bir varlık halini müzikal olarak ifadelendiriyordu. Tipik evsiz ve “loser, homeless” sayılabilecek gençlerin melankolik dünyalarındaki en büyük farkları müzik tutkuları ve üretimleriydi. Yarattıkları melodilerin üzerine aşka, şehvete, isyana, nefrete dair sözler yazıyor, bu şarkıları sahne ışığını bile umursamadan, sadece icra etmenin coşkusuyla çalıp söylüyorlardı. Gruplar kuruyor, izbe barlarda sahneye çıkıyorlardı. Müzik dışında hiçbir hakim unsur söz konusu değildi ve umursanmıyordu. 80’lerin parlak ve şatafatlı neonlarına ve “Saturday Night Fever” algısına inat, grunge müzisyenleri yıkanmaktan bile imtina eden, yağlı saçları, yataktan yeni kalkmış halleriyle ve narkotiklerle başı belada olan uyuşuk tipler sayılabilirdi. Sadece bu duruşları bile hakim algıyı yerle bir ediyordu. Zaten akımın adı olan grunge sözcüğü “atık, çöp, değersiz şey, düşük kalitede olan bir şey” vb. anlamlara, çağrışımlara sahipti. Bir tür yaşam tarzı nihilizmi ve bu algının dışavurumu olan müzikleriyle, varlık hallerini cisimleştiren müzisyenlerin parayı, başarıyı yücelten kapitalist meta dünyasında var olmaları da sorunlu, sıkıntılı ve trajik bir olguydu. Ancak paraya dönüştürülebilen emekleri ve müzik endüstrisinin bir çarkı olmaları koşuluyla yaşamalarına, konserlerine, plak ve kaset satışlarına olanak verilebilirdi. Peki, onlar, bu ön kabule göre yaşayabildiler mi? Elbet ki hayır… Ve trajedi tam da bu “uyum” sorunuyla birlikte başladı.
İlk olarak akımın sembol ismi Kurt Cobain intihar etti. Henüz 27 yaşında ve bir kız çocuğu babasıyken. Şöhretin doruklarında ve PR uzmanlarının iştahını kabartan bir figürdü. Ama konserler sonrasında çekildiği kuliste, yüzünü ellerine bastırıp gözyaşlarına boğuluyordu aynı figür… Aşağıdaki trajik notu eşine ve bu kapitalist, paraya, mülke ve maddeye tapınan dünyayı da kifayetsiz muhterislere bırakarak, çekip gitti Cobain:
“Gücümün yettiğince değer vermek için her şeyi denedim ve deniyorum. Tanrım, inan bana deniyorum, ama bu yeterli olmuyor. Çok kararsızım, ümitsizim! Artık eski tutkum yok. Frances ve Courtney, her zaman sizin yanınızda olacağım. Lütfen Courtney, hayatına devam et, Frances için. Onun için devam et. Ben yokken o daha mutlu olacak. Sizi seviyorum, sizi seviyorum…”
Kurt Cobain, 1994 yılının nisan ayında, intihar etmeden önce yazmıştı bu satırları. Oysa Territorial Pissings şarkısında “Haydi insanlar gülümseyin, bir araya gelin. Birbirinizi sevin, hem de hemen!” diyerek çığlığını sese dönüştüren de kendisiydi. 1967 doğumlu, Seattle’da yaşayan, grunge müziğin ve akımının efsanesine dönüşen şarkıcı, kızının kendi yokluğunda daha mutlu olacağını varsayarak(?) geçip gitti bu dünyadan. Ölümü ve intiharı üzerine birçok tevatürün olduğu ve hala konuşulduğu da ayrı bir vakadır.
Sanki grunge müzisyenlerinin yolu, eninde sonunda intihara çıkıyordu ya da kolektif psike, zamanın ruhu bu huzursuz benleri intiharla buluşturuyordu!.. Kurt Cobain ve Nirvana sonrasında kurulan gruplar, o gruplardaki müzisyenler, vokalistler de bu lanetli tercihten, intiharın ben’i yok edici tahakkümünden kaçmıyor, kaçamıyorlardı.
Sözgelimi hepsi Seattle’da kurulan Nirvana, Pearl Jam ve Alice in Chains gibi gruplarla birlikte bu müzik türünün etkili temsilcilerinden olan Soundgarden ve Audioslave‘in solisti, Amerikalı ünlü müzisyen Chris Cornell, 18 Mayıs 2017’de, Detroit‘te 52 yaşında intihar etmişti. Sanatçı dört oktavlık ses yelpazesi ve güçlü yorumuyla etkileyici bir vokalist ve müzisyendi. Küba’nın başkenti Havana’da 2005 yılında verdiği konser, bu ülkede konser veren ikinci ABD’li şarkıcı olması nedeniyle de dikkat çekiciydi.
Ve 20 Temmuz 20017 tarihinde bir intihar haberi daha geçti ajanslar. Bu defa Chris Cornell’in yakın arkadaşı ve Linkin Park grubunun solisti Chester Bennington, 41 yaşında intihar etmişti. Bu intihar, aşağıdaki satırlarla yer aldı haber sitelerinde:
“Chester Bennington Los Angeles‘ın Palos Verdes bölgesindeki evinde yerel saatle 09.00’da ölü bulundu. Linkin Park grubunun 2000 yılındaki ilk albümü “Hybrid Theory“de rock, metal ve rap müziğin farklı yanlarını vokallerine yansıtan Bennington, grupla birlikte toplam 7 stüdyo albümüne imza attı. Dünya genelinde albüm satışları milyonları bulan Linkin Park‘ın son albümü “One More Light” 19 Mayıs’ta piyasaya sunulmuştu. Öte yandan, Bennington‘ın ölümünün mayıs ayında intihar eden ünlü müzisyen Chris Cornell‘in doğum gününe denk gelmesi dikkat çekti. Bennington, 52 yaşında intihar eden ve yakın arkadaşı olan Cornell‘in cenazesine katılarak bir konuşma yapmıştı. İki evlilik yapan Bennington, 6 çocuk babasıydı.”
İşte sözün tükendiği bir an daha. Chester Bennington, yakın arkadaşı Chris Cornell‘in doğum gününde hayatına son vererek, sanki ezoterik bir mesaj veriyordu geride kalanlara.
Hakikaten söyleyecek hiçbir şey kalmıyor ve dil, suskudan başka bir şey üretemiyor. Zaten öleceği kesin olan İnsan’ın kendi ölümünü böylesine programlaması nasıl anlamlandırılabilir? Ya da bir anlamlandırmaya, açıklamaya, betimlemeye gerek var mıdır? Ve ne acıdır ki bedeli belki de hayat olan grunge akımı, 2010 yılından itibaren ve yükselen bir trend olarak moda sektöründe bir hayli “iş” ve “ciro” yapmaktadır. Gardırobunuzu ve kıyafetlerinizi grunge hale getirmenin püf noktaları, stil danışmanları ve moda simsarlarınca uzun uzun anlatılmakta, sokaklarda grunge imajına bürünmüş sentetik tipler dolaşmaktadır. Şimdi sorulmalı: ABD’nin kuzeybatı ucunda, King County‘de yer alan Seattle’dan okyanusa bir kan ırmağı akarken, kanın kırmızı renginden grunge koleksiyonlar tasarlayan modacıların kalbi var mıdır?
Beyaz efendinin, el koyduğu topraklar ve katlettiği Kızılderililerin anısına, doğa ile bütünleşmiş hayat algılarını mektubunda veciz şekilde ifade eden Duwamish Kızılderililerinin Şefi Seattle’ın adını verdiği, bir de heykelini diktiği Seattle şehrinden yayılan keder ölü bedenlerin, kokuşan cesetlerin niyesini temize çekebilir mi?
Ya da Nöroloji(Sinir bilim)’deki yeni gelişmeler sonucunda, özellikle “nöromarketing” alanında “bilimsel” çalışmalar yapan, tercih ve satın alma arasındaki ilişkiyi kurgulayıp, bir satın alma düğmesi varsa onun yerini tüketim tanrısına sunan “bilimcilerin”, yani şeytanın bilgi sahibi ve paralı ulaklarının kalbi var mıdır?
Oysa kesin ve mutlak soru şudur: Kapitalizmin insanı ele geçirip araçsallaştırmasının sonucu nereye varabilir?
Ya da kapitalizmin lanetinin uyumsuz, uygunsuz, biat edemeyen ruhların üzerinde yarattığı mutlak baskı ile intiharın lanetini koşut bir bağlamda yüceltmesinden başka, ne tür bir sonuç bekleyebiliriz?
Gelecek nedir ve umut kimin şarkısı ya da şakasıdır?
Lanet olsun, kalbiniz olduğunu neden unuttunuz ve daha kötüsü niye hatırlamıyorsunuz?
Soruları çoğaltmanın, yorum yapmanın ve anlam üretmenin güçlüğüyle yüzleşmek ve susmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bunca ölüm ve intihar haberi karşısında, dünyada olmanın kefareti çok büyüyor. Ama en çok geride kalan çocukları düşünüyor ve içime çöküyorum; Kurt Cobain’in kızı, Chris Cornell‘in üç, Chester Bennington’un altı çocuğu…
Çünkü ben babamı çok özlüyorum ve onun ölümünün açtığı yarayı bir türlü iyileştiremiyorum. İyileştiremedim ve sanırım iyileşmeyecek…
Çünkü ölüm, yitirişin en trajik formu ve geriye dönüş de olası değil.
“…in your house i long to be
room by room patiently
i’ll wait for you there
like a stone i’ll wait for you there
alone…”
“…evinde olmaya can atıyorum
sabırla her odasında olmak için
seni burada bir taş gibi bekliyorum
seni burada tek başıma bekliyorum…” (*)
(*) Chris Cornell – “Like A Stone” adlı şarkıdan.