Zaman nedir? Neyle ölçeriz zamanı? Saatin tiktakları, takvimler, yıl, yüzyıl dönümleri… Bizim, insanoğlunun uydurduğu bir şey değil mi bunlar? Geçmişten geleceğe uzanıp giden bu sonsuz uzamı, dilimlere bölmek, bizim işimiz. Ya doğadaki diğer varlıklar? Kuşların, otların, balıkların, çiçeklerin, suların zamanı? Onların da bir zaman kavramı var mıdır acaba? Bir balığın, gümüş pulları arasından saatini çıkarıp baktığını gördünüz mü? Saat kulelerinin hemen dibinde özenle bakılan, sulanan çiçeklerin başlarını kaldırıp, akreple yelkovanı gözlediği olmuş mudur? Belki seyrederler, anlamadan. Ya da anladıkları, başkadır, bizim anladığımızdan: “Hepsini gördüm ayrı ayrı, / Kuşların zamanı tunç rengindedir. / Tanrılardır taşın zamanı, / Denizin zamanı ölür dirilir.” diyor Melih Cevdet Anday.
Şimdi, kuşları, böcekleri, çiçekleri bir yana koyalım, kendimize (insana) dönelim. Saatlerimize, takvimlerimize; günlere, aylara, mevsimlere verdiğimiz ortak adlara rağmen, aynı zaman mıdır yaşadığımız? Zamanı, ölüm ve ölümsüzlükle birlikte sürekli teması haline getiren Anday, “De ki, benim zamanım başka.” diyor. Ya sizin zamanınız?
İmgelerin gücüyle olmazı olur, dokunulmazı dokunulur, duyulmazı duyulur kılan bir şair Melih Cevdet Anday. Sonra bir düşünür ki, akıp giden bir düşünme sürecinin doyumsuz meyveleridir her bir denemesi. Sürekli bir arayış, sürekli bir kuşku duyma, sorular üretme, ürettiği soruları yanıtlama, ufukları yoklama çabası… Belki, yarattığı tiryakiliğin nedeni de bu! Dikte ettirici değildir hiçbir zaman. O aramaktadır. Kuşku duymaktadır. Yoklamaktadır. Bunu yazarak yapar ve bizi de (okuyucusunu da) ortak eder çabasına. Bunun için de, okurun içinde belki de uyumakta olan enerjiyi eyleme geçiren, yaratıcılığı kışkırtan bir yanı vardır, şiirlerinin de, yazılarının da… Romanları, oyunları da öyle! Evet evet, gezi yazılarının da… Yüzyılımızın yüzakı bir bilge insandır o!
“BU AKLI AŞACAĞIZ”
Bakın ne diyor?
“Dogma istemiyorum ben. Akıl da dogmadır. N’olur sözüme dikkat İlhan (Selçuk), akıl da dogmadır. Şimdi evreni anlayamıyoruz. Bu akılla anlayamayız. Bu bizim aklımız, beş duyunun algılarından oluşma bir akıldır. Bu akılı aşacağız. Muhakkak aşacağız.”
Bu söze nereden vardığı da önemli. 20 Mayıs Cumartesi akşamı, Hipodrom’da, Kültür Bakanlığı’nın sosyal tesislerinin bahçesindeyiz. Yanımızda yöremizde yeşil ağaçlar. Duru bir İlkyaz göğü. Emre Kongar’dan İlhan Selçuk’a, Mustafa Şerif Onaran’dan Mehpare Çelik’e, Hasa Âli Yücel’in o güzel sesli kızı Canan Yücel’den Rüştü Asyalı’ya dek daha birçok sanatçı, yazar, edebiyatçı, edebiyatsever sarmışız etrafını Anday’ın. O, yanında eşi Suna Anday’la birlikte, durmadan anlatıyor. Daldan dala, konudan konuya geçerek… Arada rakı kadehleri kalkıyor. İşte böyle bir ortamda, Ahmet Haşim’den bir şiir okumak istiyor Anday. Sesleniyor, masanın öbür tarafında oturan İlhan Selçuk’a:
“İlhan’cığım, dinliyor musun beni?”
“Dinliyoruz” sesleri karşısında, “Benim kulağım duymuyor da… Hayır, dinlediğinizi de duyamıyorum.” diyor.
İşte bu, “Dinlediğinizi de duyamıyorum!” sözü, şiiri erteleyip, bir mantık ve us tartışmasını başlatıyor.
O gün, Edebiyatçılar Derneği’nin düzenlediği “Melih Cevdet Anday Günleri”nin ilkini geride bırakmıştık. Anday’ın dili ve düşünce dünyası ile romanları üzerine yapılan ilk oturumda, yazarlar, eleştirmenler, bilim insanları bildiriler sunmuştu. Baştan sona, bütün konuşmaları, büyük bir dikkatle izlemişti Anday. Akşamki söyleşi sırasında, söz mantığa, mantıksızlığa, usa gelince, Hasan Bülent Kahraman’ın anlattıklarını anımsıyor birden. Kahraman’ı arıyor gözleri, “Nerde o çocuk?” diyor:
“Bugünkü konuşmaları dinledim de, bütün konuşmalarda, baktım ki, ben akılcı çıkıyorum. Haaa, dedim içimden, böyle akılcı da değilim ben. Ama o çocuk ne dedi? Hayır, bu, akla da karşıdır, dedi benim için. Bu söz, benim için çok önemli. O sezmiş, akla da karşıdır, diyor. Ben, bunu saklıyordum Canan (Yücel) Hanım. Kimse çakmasın diye saklıyordum ben bunu. Gizli gizli yazıyordum.”
İlhan Selçuk, bir soru soruyor Anday’a:
“Şiir sözcükle mi yazılır, duyuyla mı?”
Anday’ın yanıtı kesin:
“İlhan’cığım, biliyorsun, benim sözcükten başka düşüncem yoktur. Ama bütün sıkıntım, kederim, felaketim de bu! Sözcüğü aşmak istiyorum. Nasıl aşabilirim onu? Söyleyeyim, aşacağım, aşıyorum… Ben şimdi, ‘Güneş bir yelpazedir’ desem, ‘Ha..ikdir’ derler bana. Bunun yelpazeyle ne ilgisi var? Değil mi? O bir imgedir. Şair, bu özgürlüğü kullanabilir. Çünkü, deneyi yok onun.
Yaratma sürecinde deneyin yeri yok! Bilimde var. Bilimadamı, doğruyu arıyor. Deneyliyor, ‘Doğru mu, değil mi?’ diye. Şair doğruyu aramıyor. İlhan’cığım müthiş bir mesele bu! Derler ki, (şair) güzeli arıyor. Hayır, güzeli falan arar mı? Enayi mi o! Ne demek güzel? Güzel diye bir şey yok. Güzel, eski Yunan’da, onların uydurduğu bir laftır. Tokalon… Tokalon, güzel demek. Yunanlılar uydurdu bunu. Zihnimizi, deney dışı şeylere uzatabilirsek eğer… (Bunu ancak şair yapıyor, müzisyen yapıyor, ressam yapıyor…) Uzatabilirsek, ne oluyor biliyor musun? Bilimlere kapı açılıyor. Einstein’ın sözü bu.”
HAŞİM’DEN ORHAN VELİ’YE
Ahmet Haşim’den bir dize okuyor Anday:
“Bir kuş düşünür bu bahçelerde”.
Sonra ekliyor:
“Bu yetmez mi? Bir adamı büyük şair yapmaya, bu yetmez mi?”
Başka dizeler de okunuyor Haşim’den…
“Bir taraf bahçe, bir tarafta dere” dizesini okurken, Canan Yücel de katılıyor ona. Fakat Anday, “Olmaz Canan bu, olmaz, ben okuyacağım” deyip devam ediyor:
“Gel uzan sevgilim, benimle yere / Suyu yâkuta döndüren bu hazân / Bizi garkeyliyor düşüncelere.”
Arkasından da coşkuyla “Ne güzel!” diye ekliyor. İlhan Selçuk’un “Melih, bu güzel mi?” diye sorması karşısında ise, “Ben seviyorum. O kadar güzel de değil…” diyor. Selçuk, dizeleri, “Bir taraf bahçe, bir taraf dere / Getir bir Kavaklıdere” şeklinde yineleyince, gülüşmeler alıp başını gidiyor. Anday, “Ha, evet, Yahya Kemal söylemiş bunu. Hayır, o şey demiş: Biz veda etmek üzereyiz kedere / Getir ahbaba bir Kavaklıdere” diyor.
Bundan sonra, söz de alıp başını gidiyor başka yerlere. Ancak, dönüp dolaşıp yeniden Haşim’e geliyor. Belli ki, Haşim’i çok seviyor Anday. Haşim’den şiirler okumayı seviyor.
Orhan Veli… O, anılmadan olur mu böyle bir gecede? Anılıyor elbette! Haşim’in “Göllerde bu dem kamış olsam” dizesinden geçiyoruz Orhan Veli’nin “Bir de rakı şişesinde balık olsam” dizesine. Anday, son ayların edebiyat dergilerinden birinde, Oktay Rifat’ın bir yazısını okumuş. Rifat, Orhan Veli’nin şiirlerinin yabancı dillere çok kolay çevrilebileceğini yazmış. Yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle, “Nasıl söylemiş bu sözü?” diyor Anday. Ona göre, “Yabancı dillere en güç tercüme edilecek bir adam”dır Orhan Veli. Çünkü, lirik şair değildir. Kendi söylemez. Halkın sözlerini, deyimlerini kullanır. Büyüklüğü de buradan gelir. Ancak, yabancı dillere çevrilmesi, bu nedenle güçtür.
Melih Cevdet, düşüncelerini örneklemek için de bir şiir okuyor:
“Gelibolu’dan yola çıkarım / Arabamın atları şıngır mıngır / Arabacı onaltı yaşında / Dizi dizime değer bir tazenin / Çarşaflı fakat hafifmeşrep / Gönlüm şen olmalı değil mi? / Nerdeee!.. / Sevdiğim, ne var bu yolculukta?”
(Şiiri, özellikle Anday’ın o akşam okuduğu şekliyle yazdım.)
Sonra, “Yanlış okudum” diyerek, yeniden okumak istiyor. Vazgeçip, “Söyleyin, ne var bu yolculukta?” şeklinde başladığını belirtip bırakıyor. Çeviri zorluğuna dönüyor daha doğrusu, “Şimdi söyleyin, bu şiirdeki ‘taze’yi nasıl çevireceğiz İngilizce’ye?” diyerek. O arada, Emre Kongar’a dönerek, “Kültür Müsteşarı bize yardım etsin…” diyor.
Kongar’ın söyledikleriyse şunlar:
“Hocam, yargınıza yüzde yüz katılıyorum. Bunun en güzel örneği, rakı şişesi ve balık. Tüm bir Türk kültürü ve folklorunu anlatmadan, bunu çevirmek olanaksız. Orhan Veli’yi çevirmek, bütün folkloru, halk edebiyatını çevirmekle eşittir. Çok zordur. Hemen hemen olanaksızdır. Ama ‘taze’ kelimesi için İngilizce’de üç-beş tane karşılık var.”
Anday bu kez, “Vesikalı Yarim” şiirinden örnekler veriyor.
O gece, yalnız bunlar değildi konuşulan elbette. Hasan Âli Yücel’den Nurullah Ataç’a dek birçok kişiye, anıya selam yollandı. Canan Yücel Eronat ve Melih Cevdet Anday’dan şarkı da dinledik:
“Sen bezmimize geldiğin akşam, seher olmaz / … / Sen saçlarını çözdüğün akşam, neler olmaz.”
***
21 Mayıs Pazar günü de sürdü Melih Cevdet Anday Günleri… Bu kez de Anday’ın şiirleri, oyunları ele alındı. Programın bitiş bölümü “Melih Cevdet Anday’la Yüzyüze” adını taşıyordu. Anday çıktı bu kez sahneye… Mehpare Çelik’in dinleyicilerden derlediği yazılı soruları yanıtladı.
Anday, modern tiyatro ile şiir arasındaki ilişkiyi şöyle açıkladı:
“Modern tiyatro, tiyatroyu şiire yaklaştırmaktır. Şiir doğruyu aramaz, ama bizim aklımıza da doğru yolu gösterir. Yoklayarak, deneyerek, aklımıza şüpheler salarak, aklımızı tazeler. Bence tiyatro, baştançıkarıcı olmalı. Şüphe uyandırıcı olmalı. Bu da ‘saçma’ denen tiyatroda…”
Düzyazı ve uygarlık üzerine söyledikleriyse şunlar:
“Düzyazı demek, uygarlık demektir. Düzyazı kurar uygarlığı. Bizim şanssızlığımızdır bu! Edebiyatımızda düzyazı, Tanzimat’la başlamış. Düzyazı mantık demektir. Belki size şaşırtıcı gelecek, ama uygarlığımız olduğunu sanmıyorum. Dille anlaşamayan insanlar, nasıl uygarlık kurabilir? Bizde ne büyüktür? Şiir büyüktür. Bütün Doğu toplumlarında şiir büyüktür. Osmanlıca’yla düzyazı kuramazdık. Yeni dille oldu bu!”
Anday, romancılarımızınsa, gerçekçi yolu izlemeleri nedeniyle, yeterince başarılı olamadıkları görüşünde:
“Daha çok gerçekçi yolu tutuyoruz. Bana göre, o gerçek değildir. Gerçek, biz yaratabilirsek gerçek olur.”
Anday, “Yüzyüze”nin sonunda, Mehpare Çelik’e, “Hanımefendi sizi yorduk. Ankara da benden yoruldu” diyerek kalktı oturduğu sandalyeden.
GECEDE HAVAİ FİŞEKLER
O gün akşam da, Spor Yazarları Lokali’nde birlikte olduk Anday’la. Oturumlara konuşmacı olarak katılanlar, etkinliklerde görev alanlar vardı masamızda. Üstelik, gökte havai fişekler bile patladı. (Spor Yazarları Lokali, 19 Mayıs Stadyumu kompleksi içindedir. O gün şampiyon Beşiktaş ile Ankaragücü’nün maçı vardı. Sıfır sıfır berabere sonuçlanan o maçın sonunda, şampiyonluğa havai fişekler atıldı. Yemeğin video çekimlerini yapan arkadaşımız, havai fişekleri de kaydetti.)
Anday, bir konuşmaya dikkat çekmek istediğinde, yüksek sesle, “Beyler, dinleyiniz enterasandır” diyor, dağınık konuşmalara ara verilip o konuşma dinleniyordu.
Bunun da bir öyküsü var, Mustafa Kemal’li, Ruşen Eşref’li bir öykü. Belki bir başka yazıda anlatırız. Yazımızı yine dizelerle, Anday’ın dizeleriyle noktalayalım:
“Ey perdenin önünde oynanan Dörtleme, / Sen zaman değilsin, döne dur!”
(Dünya Gazetesi Kitap Eki, 9 Haziran 1995, Yıl: 4, Sayı: 44)
SÖYLEŞİYLE BİRLİKTE YAYIMLANAN ŞİİR:
GÜNEŞE YAKARI
Erken saatların bahçede gezinen güneşi
Susmuş ruhun gömüsü, tek kavuştağı ağıtın,
Ağaçsız deniz üstündeki yol gösterici, sen,
Yön belirten ışık, geleceği söyleyen çanak,
Anlat bana Gılgamış’ın başından geçenleri.
O ki, uykusuz bal dolu akik bir sağrak,
Lacivert taşından bir kap, evcil yağ dolu,
Saçı sunmuştu sana, ilk ağlayışında,
O ki, üçte bir insan, üçte iki tanrı,
Renkli sedire uzandı artık, yatacak.
Yüce kıral Gılgamış, Uruk’un baş duvarcısı,
Bilge tanrıça Ninsun’un oğlu, hangi esinle
Aradı ölümsüzlüğü ağzında ırmakların,
Sen, dağı ovaya yıkan, geçmişteki gelecek,
Anlat bana onun ikinci kez ağlayışını.
Yiğitler de, erenler de Ay’a benzerler,
Gittikçe büyür, ışır, solup gider sonra,
Sürülerle yıldız geçer omuz başından,
Her şeyi bilendi o, gizleri görürdü.
Yüreğin sesi tohumsuz yağmura döner.
Ekip biçme, sıcak soğuk bitmez durdukça dünya,
Gece, başını kanadının altına koydu mu,
Susar otların altındaki gizemli çıtırtı,
Sağanağa tutulan güçlü dağ arpası titrer,
Ölümlü Gılgamış’ın dönüşünü anlat bana.
Ve tufan sonrası neden başladı tüm canlılar,
Acı veren yasalar yeniden, onurlu direnç,
Neden başladı insanın taşıl kemikten sabrı,
Kire bulanmış eski ruhlar verildi yeniden,
Oysa kül olan erdemin ödülü kalmalıydı.
(Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’tan)
SÖYLEŞİYLE BİRLİKTE YAYIMLANAN BENİM ŞİİRİM:
ANDAY’LI GÜNLER İÇİN BİR ŞİİR…
21 MAYIS ’95, ANKARA
Bir gün bir zakkum
Nerdeydi nerde?
Filiz, henüz beni sevmezdi
Tanımazdı ki! İşte o günlerde
İlkyaz mıydı, güz mü?
Güneş çırpınır durur
Parçalanır, uçuşur lifleri
Çözülmez düğüm
Bir gün bir zakkum
dedi, Gordias’ın değil
bu çetin düğüm. Zakkumu
ve güneşi yeniden okudum
Atkestaneleri durmuş düşünür
Bulvar, kocaman bir kitap
Dediler, Melih Cevdet Beyefendi
Kale’den Ankara’yı seyreyledi
(Dünya Gazetesi Kitap Eki, 9 Haziran 1995, Yıl: 4, Sayı: 44)