Mola verdik. Güneşi öyle bir ayarlamalıydık ki, yüzümüz ışığın azizliğine uğramasın… Eğilip büküldük, mola yerinde, sıra sıra park etmiş ve yıkanmayı bekleyen, silecekleri kaldırılmış otomobillerin arasından nihayet en uygun açıyı bulup, çektik fotoğrafı. Fikir Mahzun’dan çıkmıştı. Gökyüzünün maviliği ve o mavilikte parçalanmış bulutlar arasında, bulutlara mı, kuşlara mı, yoksa sadece gökyüzüne mi baktığımızı bilmediğimiz o fotoğrafları çektik. Mahzun’u ben, diğer arkadaşları Mahzun çekti. Herkes yardım etti bir başka arkadaşının göğe bakmasına. Gördüklerini dinledi.
…
23 Ekim 2016. Samsun asfaltına düşeli birkaç saat oldu. Çorum civarlarındayız. Sevgili Zekeriya Çavuşoğlu’nun davetiyle, akşam Pera Sanat Akademi’de söyleşi yapmak üzere, MedaKitap Tayfası olarak, Esme hariç, yollardayız. Etkinlik saat 20:00 de başlayacak. Duruma göre, gece ‘belki’ Samsun’da kalacak, büyük ihtimalle de geri dönecektik o gece Ankara’ya.
Ali ata bakıyor…
Mola yerinde, tahta çitlerle çevrilmiş küçük bir alanda bir at vardı. Atla konuştum bir müddet ben. Ne söyledim, hatırlamıyorum. Sakince dinledi at; sadece dinledi. O konuşmadı. Mahzun, ben atla konuşurken ve aramızda bir hatıra olsun diye atın fotoğrafını çekerken, fotoğrafımı çekmiş, arkamdan sessizce yanaşıp. At ve ben birlikte çıkmışız o karede. Sürpriz oldu bana da. Sonra tam arkamızda duran, üzerinde The Reds yazan bir pazarlama aracı çekti dikkatimizi. Bağajdan Red’leri çıkarıp, arabanın önünde, elimizde Red’lerle bir fotoğraf iyi olabilirdi. Ben atla vedalaşıp, arabadan kitapları almak için giderken, üzerinde The Reds yazan araç da oradan uzaklaşmaya başlamıştı. Yola koyulduk yeniden.
Türkülerle, sosyal medyadan paylaştığımız yeni anılar ve anılarımıza dostlarımızdan gelen yorumlarla devam ettik yola. Başka türlü yol nasıl biterdi ki? Neyse ki uzatmadık türkü söyleme faslını, kısa sürdü. Ben dinlemeyi tercih ettim daha çok. Mahzun’un türkülerin ritmini ayarlayan, r’leri söyleyemese de, o gür sesi olmasa, tam bir kakafoniye dönüşecekti bu sonradan olma koronun sesi. Kısmen de öyle oldu gerçi, yine de eğlendik.
Mola verdik tekrar. Murat sigara yasağı koymasa bu kadar çok mola vermemize gerek kalmazdı ama bütün ısrarlarıma, yaptığım bütün kulis çalışmalarına rağmen yasak kalkmamıştı. Uçurumun kenarında, ahşaptan yapılmış, zemini kalın bir camdan olan, akrofobimle baş başa kaldığım, düşeceğim boşluğu gözüme gözüme sokan bir kafede çay içtik. Sürekli çaya baktım orada.
…
Paylaştığımız bir fotoğraf için Osman Namdar tarafından ‘çete’ tanımlaması yapılınca, öyle olmaz, böyle olur, dedik. Sert sert bakıp, garsona çektirdiğimiz bir fotoğrafımızı yolladık ona. Serdar üç denemede de başarılı olamadı sert bakmakta; biz; eh işte. Serdar’ın en sert baktığı fotoğrafı seçip, onu yolladık.
Samsun’a ayak bastığımızda, sahil yoluna dalıp, Atakum Sahil’de aldık soluğu. Sert bir rüzgar vardı. Eşe dosta, sağ salim geldiğimizi haber verelim diye, mutlu, gülümsediğimiz bir fotoğrafımızı paylaştık. Bu sefer de Mahzun, kafası karışmış olacak ki, sert bakmış fotoğrafta. Serdar için zaten sorun yoktu.
Sahilde yürüdük bir müddet. Deniz kokusunu içimize çektik. Yeni yapılan devasa iskele üzerinde denize doğru yürürken, Alfonsina Storni’den konuştuk, Ingred Jonker’dan. Biz de onlar gibi, denize doğru yol alıyor, önünde sonunda yolun biteceğini biliyorduk. Balık tutanları, kovalarda çırpınan istavrit ve zarganaları izleyerek yürüdüm beton iskelede. Deniz korkum depreşmişti bu sefer de. Sadece balıklara baktım; tavada nasıl duracaklarını, salatayı, yanlarındaki rakı bardaklarını düşünerek oyaladım kendimi. Ne çok şeyden korkuyormuşum meğer ben. Balıklardan korkmadığıma sevindim. İskelenin dönüş yolunda, ‘cigaramızı denize atıp’, Cemal Süreya’dan konuştuk. Alfonsina ve Ingred’tan sonra, iyi gelmişti Süreya!
…
Önce Celal Karaca ile buluşup, söyleşinin hazırlıkları sürerken, çay içtik bir kafede. Oradan, 3. kattaki, sigara içmek için her defasında asansörü, asansör boşluğunu ziyaret etmenin şart olduğu Pera Sanat Akademi’ye geçtik. Program neredeyse gece yarısına kadar devam etti. Çıktığımızda boğazlarımız kurumuştu ve nöbetçi bir büfeden kendimize ‘sıvılar’ alıp, sahilde aldık soluğu. Zekeriya Çavuşoğlu ve Tolga Uçar da geldi sonradan. Akşamüzeri sahilde, kovaların içinde çırpınırken gördüğümüz balıkların rakının yanında nasıl durduğunu izledik orada.
Bu gece buradaydık anlaşılan…
…
Ertesi gün, dönüş yolunda, Çakallı’da, “Menemenci Rıfkı Dayı’nın Yeri”nde (Adını tamamen uyduruyorum o yerin; aklımda kalmamış Dayı’nın adı. En çok araba hangisinin önünde varsa, menemeni orada yeme kararı almıştık geceden. Çok araba varsa, meşhurdur, iyi menemen yapıyor demektir, diye düşünmüştük rakılı masada.) mola verip, menemen yedik. Sonra yola çıkıp Ankara’ya kadar hiç durmadık.
MedaKitap Ankara Edebiyat Buluşmalarına Şeref Bilsel’i davet etmiş ya da edecektik. Dönüş yolunda, onun, ‘İkinci Yeni, Türk şiirinin göğe bakma durağıdır!’ sözü takıldı aklıma. Hepimiz, bir araba dolusu insan, farkında değildik ama göğe bakmak için onca yol gitmiş, bakmış ve dönüyorduk gördüklerimizle birlikte.