“Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir.”
Aldous Huxley
Deli ile akıllı arasında kıldan ince, kılıçtan keskin bir fark var mıdır? Yoksa her şey bir normun, normalin dayatması mıdır? Normu aşanın, normalden ayrışanın boynundaki kadim yafta değilse delilik, nedir ki? Birilerinin kendini aklamak için uydurduğu, muhatabını ötekileştirdiği kesin olan mutlak bir ayrımcılığın suç aleti midir ya da? İnsan’ın var olduğu ilk an’dan günümüze gelinceye kadar, ciddi bir soru ve sorun olmuştur delilik. İktidarın, tahakkümün ve normların sürdürümü için de kuşatıcı bir aygıttır aynı zamanda. Kim ‘deli’ ise, çizginin ötesinde ve dairenin dışındadır. Bu durum, deli sıfatını Ötekine yakıştırma gücünü elinde tutanın kudretiyle ıralanır. Sıfatı atfeden, ötekinin mutlak hakimidir aynı zamanda. Özellikle bir arada yaşayan insan topluluklarında ‘ortak akıl’ın, normatif ve yapılandırıcı kolektif uzlaşının, ötekileştirmek için en çok kullandığı araçtır deli nitelendirmesi. Çünkü ‘deli’, toplumun bekası ve uzlaşının sürdürümü açısından mutlaka ayrıştırılması, izolasyonu gereken bir olgudur. Ayrıştırma, ötekileştirme, uzlaşının dışına çıkarma, kapama ve kapatma pratikleri ve zorunlu iyileştirme güdüsü, deli’lerin muhatap olduğu kaçınılmaz durumlar ve olgulardır.
Bu süreçlerin çok boyutlu analizini gerçekleştiren kadim dostumuz M.Foucault, Deliliğin Tarihi’ni yazarak antik çağlardan günümüze ulaşan sürecin neliğini betimlemiştir. Özetlersek deli’lik, tarihselliği ve olgusallığı içerisinde her zaman farklı olanın, normu aşanın ve normali ihlal edenin hikayesidir. Ancak bu yaklaşımın sosyo-politik bir saptama olduğu, deliliğin biyolojik, bilimsel ve determinist nitelikleri olduğu da savlanabilir. Vardır da! Vücudumuzdaki kimi salgı bezlerinin ürettiği özel kimyasallar, eksik veya fazla oluşuna göre, insanın delirmesine, normun ve normalin dışına düşmesine neden olabilir. Sözgelimi dopamin, endorfin, lityum tuzu vb. kimyasallar, az veya çok olduğunda, kararından ve ölçüsünden saptığında, insanın da “sapıtması” mümkündür. Hatta bu saptama determinist bir sonuç da yaratabilir. Anılan kimyasal ajanları aynı oranda azaltır veya çoğaltırsanız, insanın sapıtacağı açıktır. Kesin olmayan, bu sapıtmanın, normu ve normali ihlal etmesinin neliğidir. Bu durum, her insanın, delirirken bile özgün bir varlık kipinin ya da biyolojisinin olduğunu gösterir. Oranlar, insandan insana farklılıklar gösterecektir. Dolayısıyla deliliğin, psikiyatri veya psikolojiden hangisinin içerik nesnesi olduğu tartışmalıdır. Davranışsal veya biyolojik bir sapma, kökendeki sapmanın ve normu ihlal etmenin önemini ortadan kaldırmaz. Zaten soru ve sorun bu kök bilgidedir. Yani kökene baktığımızda, asıl meselenin bu sapmadan kaynaklandığı görülür. Sapan, yoldan çıkan, normu ihlal edene ‘deli’ dersek, bu durum kültürel bir nitelik de taşır. Kültürün neliği, deli’nin tanımını, betimini de belirler hale gelecektir. Son kertede ne kadar kültürel yapı varsa, o kadar deli tanımı yapılabilmesi, kültürün kabul ettiği normları ihlal eden herkesin deli diye yaftalanarak betimlenmesi olanaklı hale gelecektir. Bu durumda herkesin deli’si, eş deyişle deli tanımı ve betimi kendisine özgüleşecek, aslında deliliğin tarihsel ve kültürel momente bağlı devingen bir ‘insanlık hali’ olduğu da anlaşılacaktır.
Peki ya bizim delilerimiz…
Öncelikle ‘biz’ tanımının yapılması gerekiyor. Bu tanım sosyal ve kültürel katmanı belirlerken, biz ile öteki, yani normal ile deli arasındaki ayrımı ve iletişimi de ortaya koyacaktır. Sözü uzatmadan vurgularsak Ali Hikmet Eren imzalı, medakitap’tan çıkan Ankara’nın Delileri (*) adlı kitap, bu savlarımızın kökeninde yer alan başat öğe. Yazar, yukarıda andığımız bağlamların tamamını kuşatarak yaşam alanı olan ”Ankara’nın delileri’’ ni yazmış. Yani bizim, bozkırın delilerini. İyi ki de yazmış. Belki de kimsenin merak etmediği, görünce yanından sıvışıp gittiği, ‘zarar verir mi?’ sorusunun tedirginliğinde ötekileştirerek dışladığı delileri… Ankara’nın gündelik hayatında zaman zaman karşılaşılan, yazarın deli sıfatını önüne getirdiği, bir belirteç ile imlediği, bozkırın delileri: Paracı Deli, Aşk Delisi, Küfürcü Deli, Siyasi Deli, Polis Deli, Asker Deli ve diğerleri… Belki de sizi…
Ali Hikmet Eren, kitabın hemen başında, önsöz yerine geçen metnine başlarken, sırrı da ifşa ediyor aslında: “Muhtemelen ben bir deliyim. Hatta, kesinlikle deliyim.” diyerek, ilerleyen sayfalarda okurun ne ile karşılaşacağını vurgulamış oluyor. Yazmak, sözcüklerden medet ummak, zaten ehl-i aklın uğraşısı olamaz. Akıl sahipleri daha çok para kazanmak, kariyer planlaması, uçkur düşkünlüğü ve haz manyaklığı gibi işlerle uğraştığından, yazma ediminin ötekilere kaldığı açık. Aslında sorun ve soru, deli’nin, ki olumsuz bir sıfat olacaksa, kim olduğunda düğümleniyor; birilerini taklit yaptığı, normal’i oynadığı ortada. Peki, kim bunlar? Yazarın sayfalarına konuk ettiği özneler mi? Yoksa onları görüp, kendi ‘normalliğine’ şükür eden, dayatılmış bir hayatı yaşayan, verili gerçekliklerinden zerre şüphe duymayan; iş, eş, ev, araba, metres sıralı düzeninde yalanları ve ihanetleriyle haz peşinde koşan organizmalar mı?
Emin değiliz ve derin kuşkularımız var!…
Böylesi ‘sıra dışı’ bir kitapla karşılaştığınızda ve bir solukta okuyup bitirdiğinizde, içinize işleyen, belki canınızı acıtan bir tebessümle hesaplaşmak; kendi sınırlarınızda ve normlarınızda kalabilmek için ne çok bedeller ödediğinizi düşünmek, sokakta şarkı söylemekten bile ölesiye korktuğunuzu ayrımsamak zorunda kalıyorsunuz.
Hayatla bütün bağınızı, penceresine astığı çanı çalarak, sokağına, Hatay Sokağı’na şiirler okuyarak kuran, yani bütün acı’larına rağmen, bu bağı şiirle kurabilen Murat Delisi’nin gür sesini, ola ki oradan geçiyorsanız, ansızın duyduğunuzda, irkilmekten ve komşu olduğu okulun camlarında o şiirleri dinleyen, ilk fırsatta ‘deli abi’ lerini ziyarete giden okul çocuklarının heyecanına şahit olduğunuzda, ‘iyi ki deliler var!’ demekten başka bir umarınız kalmadığını da ‘fark’ ediyorsunuz.
İşte, Ali Hikmet Eren ve ‘deli dolu’ kitabı, size bu farkındalığı vadediyor. Bu kitabı okuduktan sonra, sadece sokakta şarkı söyleyebildikleri için bile, delilerin sevgiye layık olduklarına ya da sevgiyi yaratabildiklerine daha çok inanıyorsunuz.
Bu arada kitabın ‘içindeki deliler’ sıralamasında yer alan 115. sayfayı da boşuna aramayın. Biz, bulamadık. O sayfada ‘medakitap tayfası’ olarak tanımlanan şahıslar kim veya ne tür deliler, bilmiyoruz. Sadece delileri anlatan bir kitapta, böylesi bir gizemin hayra alamet olduğuna inanmak istiyor, gaip 115. sayfanın hiç beklenmeyen bir anda belirivereceğini, o sayfadaki ‘medakitap tayfası’nın, belki de sadece karaşın(?) ve yapayalnız bir ‘deli’ adamın, bağıra çağıra şarkılar söyleyeceğine, ilk şarkı sözünün de “ben yoruldum hayat!…” olabileceğine inanıyoruz; zaten;
“hem akıllı insan işi mi ‘ben deli değilim’ demek?”…
(*) Ali Hikmet Eren, Ankara’nın Delileri, medakitap yayınları, 1.Basım, Şubat 2016, Ankara