ANKARA’NIN DOST’U – Esme ARAS

Zafer Çarşısı’nda 1977’de faaliyetlerine başlayan Dost Kitabevi, kitap dağıtım birimi ve 650’yi aşkın yayınlanmış kitabı ile yayıncılık dünyasının temel taşlarından biri olarak Ankara’daki çalışmalarını sürdürüyor.  Dost Kitabevi – Yayınevi ve Dağıtım’ın sahibi Erdal Akalın ile Ankara’nın kültürel hayatını, Dost’un buna katkısını ve “şehirle bağın yeniden kurulmasına hizmet edecek biçimde” Dost Yayınları tarafından basılan; tarihsel, siyasal ve ekolojik etkenlerin geniş bir tarihsel bakış açısı ile ortaya konduğu “Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara” kitabını konuştuk. Erdal Akalın, mesleki başarılarına ve sadece Cumhuriyet’in yoktan var ettiği “gri bir şehir” tanımlaması yakıştırılan, aslında Anadolu’nun önemli şehirlerinden biri olan Ankara’nın, iktisadi öneminden kaynaklanan zengin bir siyasal ve kültürel tarih yaratmış olduğunu vurgulayan kitaba ilişkin, merak edilen soruları okurlarımız için yanıtladı.

“Dost’un adını okuyucular belirledi”

-Dost kitabevi, yayınevi ve dağıtımın sahibi Erdal Akalın’ı tanıyabilir miyiz?

Bir deyişle, doğma büyüme Ankaralıyım. İlkokulda iken bir hızlı okuma yarışmasında kazandığım üç kitapla başladı her şey…

-Sonra… Kitaplarla dostluğunuzun hikâyesi nasıl ilerledi; kitabevi sahibi olmak çocukluk düşünüz müydü?

On dört yaşında geçirdiğim trafik kazası sonrasında, alçılı bir ayakla altı ay yatmak zorunda kaldım. Astsubay olan babamın görevli olduğu Hava Kuvvetleri’ndeki kütüphanenin müdiresi, bir sistematik içinde bana klasik edebiyat kitapları göndermeye başladı. Bu süre içinde dünya klasiklerinin önemli bir kısmını okudum. Sonunda, artık sıkı bir edebiyat okuruydum. Belki ironik gelecek, ama o tarihlerde televizyon ya da bilgisayar olsaydı aynı şey olur muydu bilemiyorum… Yıllar içinde başka okumalar, müzik, tiyatro, sinema da ilgi alanlarıma eklendi. Sanat, özellikle de resim ve heykel girdi hayatıma. Zamanla tümü harmanlandı ve çok derinlikli olmasa da genel bir kültür ve sanat nosyonu elde etmemi sağladı. Bu durum, mesleğim olan kitapçılığın altyapısını hazırladı diyebilirim. Gerçekten severek yapabileceğim tek meslekti kitapçılık.

-Mart 1977’de Zafer Çarşısı’nda faaliyete başladığınızda, kitabevinin adını okurlarınızın katılımıyla belirlemişsiniz… Bu anıyı bizimle paylaşır mısınız?

Sıhhiye’deki Zafer Çarşısı’nda kitapçılık yapan bir arkadaşım vardı. 1975-76 yıllarında boş zamanlarımda onun yanına gider ve işlerine yardım ederdim. Kendi kitabevimi açmaya karar verdiğimde, birlikte isim düşünmeye başladık. İnanın bu başlangıcın belki de en zor kısmıydı, isim bulmak… Sonunda on adet isim belirledik ve arkadaşımın kitabevine gelen okurlara sorduk. En çok oyu alan isim, Dost’tu. Böylece Dost’un ismini okuyucular belirlemiş oldu.

“Bizim reklamımız varlığımızdır”

“Yoğun emekle çalışıyoruz” diyorsunuz… Kitabevi çalıştırmanın zorlukları, Dost’un öncelikleri ve çalışma prensipleri nelerdir?

Dost tek ve küçük bir kitabeviyken, okurlarla sürekli olarak muhatap olabildiğim dönemler çok farklıydı. Yeni yayınlanan tüm kitaplar okunamasa da incelenir, önemli dergilerde yayınlanan yazılar okunur, içerikleriyle ilgili kitaplar tespit edilir, sonrasında da okurdan gelen sorular rahatlıkla yanıtlanırdı. Bir nevi usta olmak diyebiliriz buna… Ama şubeler çoğalıp alanlar ve çeşitlilik büyüdükçe, usta olmanın yerini alan bir disiplin geliştirmek zorunda kaldık. Keyifli ve estetize olanın yerini, zorunlu olarak ‘market’ kavramı aldı. Kültürel ve ticari endişenin arasındaki denge, ticari olanın lehine bozuldu. Yaşamın, toplumsalın ve işin dinamiklerinin bizi getirdiği bu noktada, kaliteyi koruyabilmenin zorluğunu göğüsledik.

– Markalaşmak için kendinize ve çalışanlarınıza nasıl bir rota çizdiniz, ne gibi atılımlarınız oldu ya da neleri dikkate alarak, nelerden fedakârlık ederek büyüdünüz; kısacası Dost’un başarısı nereden geliyor?

Markalaşmak, nispeten yeni ve iş hayatının olmazsa olmazı bir kavram. Açıkçası yaptığım işle tam olarak özdeşleştiremediğim, reklam ve pazarlama ile birlikte saf ticari bir kavram. Benim işletmecilik nosyonum yok. İşimiz bir anlamda bıçak sırtındadır. Bir yanda en geniş anlamıyla kültürel endişe, diğer yanda ticari endişe vardır. Biri diğerinin üzerinde olursa sihirli denge bozulur. Belki de başarımızın ana nedeni budur. Farkındaysanız hemen hiç reklam yapmayız. Biraz yapay geliyor bana. Kendi yöntemlerimiz ve varlığımızdır bizim reklamımız. Sonuca bakıldığında markalaşma olarak algılanabilir, ama gerçekten buna yönelik bir planlamamız hiç olmadı. Doğaçlama yöntemlerimiz ve kendi dinamiklerimizle ulaştık bu sonuca.

-Yayınevi olarak yayınladığınız ilk kitap hangisidir ve yayıncılık çizginizden bahseder misiniz, ne tür kitapların yayıncılığını üstleniyorsunuz, kıstaslarınız var mı?

İlk yayınladığımız kitap 1981 yılında Murathan Mungan’ın “Taziye”siydi. Kurumsal yayıncılık dönemimizdeki ilk kitabımız ise Şubat 1997’de yayınladığımız Colin Mooers’den “Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu” oldu. Yayın alanlarımız sosyal bilimler, felsefe, tarih, sanat, tiyatro ve dört seri halinde yayınladığımız gezi rehberleri. Gezginliğimin bir yansıması diyebilirim…

“Ankara’nın sosyal dokusu İstanbul’u besliyor”

– Ankara’nın sosyal dokusunu ve okur profilini değerlendirir misiniz; Dost’un başkentin kültür hayatına katkısı nedir, böyle bir misyonla mı çıktınız yola?

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren özellikle eğitim, sanatsal ve kültürel yapılanmalar devlet eliyle kotarılmak zorundaydı. Bu sürecin devamında Ankara, eğitim düzeyi yüksek üniversiteleriyle, opera ve konser salonuyla, tiyatrolarıyla bir kültür şehri haline geldi. 1950’lerde edebiyatımızın önemli birçok ismi Ankara’da yaşamaktaydı. Bugün de kültür, sanat ve edebiyata baktığımızda önde gelen birçok ismin Ankara kökenli olduğunu görürüz. Şüphesiz kültür endüstrisi İstanbul’dadır ve Ankara’nın verimli sosyal dokusu bu endüstriyi beslemektedir. Dost’un varlığında birincil faktörün bu doku olduğuna inanıyorum. Şimdilerde, özellikle kültür ve sanat ekinliklerindeki kurumsal desteklerin azalması ve yaşam tarzındaki değişiklerle bu özelliğin zayıflamakta olduğunu da söylemek gerekir.

– Dost Yayınları’ndan Temmuz 2005’de çıkan, “Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara” kitabı muazzam bir çalışmanın ürünü olarak Ankara’nın toplumsal, şehir ve kültür tarihine ışık tutuyor. Sizi bu kitabı yayına hazırlamaya iten nedenleri sıralar mısınız?

“Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara” yayınlamış olmaktan gurur duyduğum bir eser. Ankara hakkında kapsamlı bir çalışmanın olmaması büyük bir eksiklikti. Bunu tamamlamak Dost’un bu şehre olan bir borcudur düşüncesiyle çalışmalara başladık. Üç yıl sonra kitap yayınlanmıştı.

“Kimlik bunalımı Ankara’nın da sorunu”

-Kendine özgü bağımsız karakteri ile zengin bir siyasal, kültürel ve ekonomik tarih yaratmış, önemli bir Anadolu şehrinin gelişimini inceleyen bu kitap, Ankara’nın hangi yönlerini görünür kıldı, ne gibi sonuçlar saptadı ve hak ettiği ilgiyi gördü mü?

Ankara ve çevresi insanlık tarihinin başlangıcından beri çok önemli bir yerleşim bölgesi olmuş, bir Roma eyaleti olan Galatia’nın başkenti Ankyra ile zirveye çıkmıştır. Merkezi bugünkü Ulus olmak üzere, bir yanda Beştepe’nin altındaki höyükler, diğer yanda Çubuk Ovasına kadar uzanan büyük bir Roma kenti; Cumhuriyet döneminin kurtuluş ve kuruluş yıllarına merkez olmuş kadim bir kenttir. “Küçük Asya’nın Bin Yüzü” bir uzmanlık kitabıdır; sekiz yıl içinde bin adet satılmış olması şaşırtıcı değil aslında. Sadece hiçbir kütüphanenin alım yapmamış olması çok şaşırtıcıdır.

-Uzun yıllardır Ankara’nın ciddi bir kimlik bunalımı, hatta kimliksizleştirme ile karşı karşıya kaldığını düşünüyor musunuz? Bunun nedenleri sizce nerede aranmalı?

Kimlik bunalımı, tüm ülkenin olduğu gibi Ankara’nın da sorunu. Kentin hafıza mekânları tek tek yok oldu. Sosyal alanları olmayan, parksız, meydansız, caddesiz, otomobil öncelikli bir kente dönüştü Ankara. Dünyanın her yerinde kent merkezleri yaya bölgesidir. Geçtiğimiz yıllarda Kızılay neredeyse yaya trafiğine kapatılıyordu. Kültür ve sanat etkinliklerindeki fakirlikten tutun, yeme-içme mekânlarına kadar her şey kimliksizleşiyor. Bir misafiriniz gelse götürebileceğiniz bir ana meydan, bir ana cadde bulamıyorsunuz. Estetik endişesi olmadan, sadece tüketen bir toplum olmanın tüm olumsuzluklarını yaşıyoruz hep birlikte.

 

Esme’nin notu: 2 Ağustos 2013’de Ankara Hürriyet’te yayımlanmıştır.

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir