ÇIĞLIK: İFADENİN KAOSU VE ANLAM – Serdar AYDIN

“Dünyanın benim dünyam olduğu, kendini şurada gösterir ki, dilin(yalnızca benim anladığım dilin) sınırları, benim dünyamın sınırlarını imler.” (1)

“Çığlık aramaktır olmayanı.”(2)

 

            Sanatın, en genel anlamıyla bir temsiliyet pratiği olduğu söylenebilir. Temsiliyet, temsil eden ile temsil edilen arasındaki ilişkide ıralanır ve objede cisimleşerek somut ifadeye dönüşür. Bir başka şekilde söylersek, temsil edilen olgu ile temsili var eden ben arasındaki ilişki, temsilin oluşumunu doğrudan etkileyen, çok değişkenli, çok boyutlu ve bizce varoluşsal niteliği mutlak olan bir süreçtir. Bu sürecin sonucunda temsilin göze geldiği cisimleşme bağlamı ise kullanılan malzemenin niteliğine ve sanatçının dışavurum tekniğine bağlı olarak yapılanacaktır. Her sanatçının tekniği özgün nitelikler göstererek farklılaşır. Malzeme niteliği ise ilgili sanat alanına içkin, fazlaca değişmeyen ve uzlaşımsallığı esas olan bir tür “dayatma”dır, denilebilir. Yani bir ressam çizgiden başlayarak, desene, renge, boyaya, kompozisyona ulaşıp özgün verimini göze getirdiğinde, büyük oranda, resim sanatının uzlaştığı malzemeleri, hatta tanımlanmış renkleri, tonları vb. kullanacaktır. Bu büyük uzlaşıdan kopup, kendi özgün malzemesini üreterek verimde bulunan ünik sanatçılara da, örneğin Yüksel Arslan, kimi “şanslı” zamanlarda rastlanır. Ama “çoğunluk”, bu uzlaşıyı kabul eder ve malzeme niteliğini, kabul edilmiş renk bilgisini vs. sorgulamadan üretimde bulunur. Somut malzeme niteliğinin; yani çizim kalemleri, altlıklar vs. dışında, esas olan ve vurgulanması gereken olgu, resim sanatının ilksel gerecinin çizgi olmasıdır. Çizgi, hiçbir uzlaşıya ihtiyaç duymadan kendi kendini tanımlamış, var kılmış bir olgudur ve kökensel olarak da bütün görsel ifadelerin dayanağıdır. Çizginin, başat ve birincil niteliğe sahip olduğu, herhangi bir uzlaşıya gerek duyulmadan erginliğini var kıldığı savlanabilir. Sanatçıların, sanat anlayışlarına bağlı olarak çizgiyi irdeledikleri, ifadelerini somutlaştırırken yorumladıkları açıktır. Ancak hiç kimse, saltık olarak çizginin ne olduğunu tartışmaz. Çünkü resimsel ifadenin kökenindeki desen olgusu, çizgi olmadan var edilemez. Bu saptama, resim sanatının kurucu öğesi olarak çizginin uzlaşım dışı, birincil ve başat niteliğini, hem kuramsal hem de kılgısal açıdan öne çıkaracaktır.  Benzer bir durum müzik sanatı için de söz konusudur. Müzik sanatının kurucu öğesi ses’ler, yani notalardır. Notaların ne olduğu üzerinde de herhangi bir uzlaşı yoktur. Örneğin “do” sesi veya notası, herkes için “do” sesidir ve bir tür mutlaklık hali söz konusudur. Çünkü “do” sesi, doğada  vardır ve duyabilen kulaklar bu sesleri rahatlıkla ayrıştırabilmektedir.

 

Özelleştirerek ifade etmeye çalıştığımız bu olgu, sanatsal üretimin yapısal özellikleri açısından mutlak öneme sahiptir. Müzik ve resim sanatının kökensel kurucu öğelerinin birincil niteliğe sahip olması, diğer sanatlardan, özellikle de dilin kullanımı ile üretilen sözel sanatlardan ayrışan en önemli unsurdur. Edebiyat ve şiir gibi sanatlar ise uzlaşımsal niteliği mutlak olan dil’i kullanarak ifadesini oluşturmaya “mahkum”durlar. Zaten dil sisteminin kendisi ve tekil olarak her sözcük, o dili kullananların mutlak uzlaşısına tabidir. Hatta en arkaik haliyle düşünüldüğünde, “sözcükler” ve “şeyler” arasındaki ilişkinin, özne ile nesne arasındaki dolayımdan ıralanan bir “uzlaşı” pratiği olduğu söylenebilir. Yani çığlık sözcüğünün, çığlık duygu durumunu, masa sözcüğünün masa adı verilen objeyi gösterdiği veya temsil ettiği üzerinde uzlaşılmıştır. Bu uzlaşı olmadan dil dizgesi ve dil kullanılarak oluşturulacak herhangi bir iletişim, anlamlandırma vb. olgu da söz konusu olmayacaktır. Dilin varoluşuyla ilişkili bu durum, dil ile yaratılan sanatlara ikincil bir nitelik atfeder gibi görünse de, aslında İnsanın varoluşu açısından bambaşka olguların ve işlevlerin açığa çıktığı söylenebilir. Çünkü dil, İnsanın ürettiği her türlü anlamın mutlak yurdudur. Hatta dil felsefesinin en önemli düşünürü Wittgenstein’ın bölüm başında alıntıladığımız düşüncelerini anımsarsak, “dilimizin sınırlarının, dünyamızın sınırları” olduğunu görürüz. Wittgenstein’ın bu savı, aslında İnsan’ın varoluşuna dair mutlak öneme sahip bir sınır durumu vurgular. Çünkü İnsanın kendisini ifade edişinin ve kendi dışındaki her şeyle iletişiminin temelinde “dil” vardır. Dil, her türlü anlamın oluşturulması, ifade edilmesi ve aktarımında başat öğedir. Bir üst kurmaca olarak dilin dizgeselliği ve uzlaşımsallığı, aynı zamanda İnsan’ın varoluş sürecinin de başat ögesidir. Dilin varlığı, İnsanın varoluşu ve ürettiği kültür ile koşuttur. Çünkü Dil ve Gerçeklik, Dil ve Dünya arasındaki ilişki, kökensel olarak Sözcükler ile Şeyler arasındaki temsiliyet sorununa kadar ötelenebilmektedir. Dolayısıyla sözcüğün ne olduğu, sözcük ile imlenen kavram arasındaki ilişki vb. olgular dilbilimin başat konusu olmakla birlikte, enikonu felsefi ve varoluşsal açılımlar sunar. Dilbilim, dilin nasıl oluştuğuna dair modeller kurgularken, aslında “anlamı” yaratan İnsanın varoluş sürecini de açımlamış, şerhler düşmüştür. Ancak her durumda, dil’in oluşumu üzerine düşünüldüğünde; tümceler ve sözcüklerin, kavramlarla birlikte başat oluşturucu ve yapılandırıcı öğeler olduğu görülür. Dil, tümcelerden ve tümceler ise sözcüklerden oluşur. Dolayısıyla kökensel ve yapılandırıcı öğenin sözcük olduğu savlanabilir.  Sözcük ile gösterilen kavram arasındaki ilişki rastlantısal olsa da, dil dizgesi ve dizgenin uzlaşımsal kuralları, olanaklı tümcelerin ve olası anlamların oluşturucularıdır. Sanatsal ifadenin de bir “dil” olduğunu düşünürsek, bu dilin oluşturucu öğelerinin belirlenmesi, ifadenin olası anlamlandırmaları için başat önemdedir. Bu bağlamda yapıtlar, sanatsal ifadenin oluşturucu öğeleri, eş deyişle sözcükleri’dir. Ancak burada bir ayrımı vurgulamak gerekir. Yapısalcı terimlerle ifade edersek, dil (language) ile söz (parole) arasındaki nüans, dilin dizgeselliğine ve söz’ün bireyselliğine gönderir. Söz, dilin uzlaşımsallığından görece özgürleşmenin ve Ben’e ait özgün ifadeyi, anlamı oluşturmanın sonucunda yapılanır. Yapıtlar, hem tikel anlamda hem de sanatçının bütün verimi dikkate alınırsa tümel olarak, Söz’dür ve gösteren ile gösterileni kendi içkin bütünlüğünde tanımlayıp ilişkilendirerek, özgün ifadenin dışavurumunu sağlarlar. Dolayısıyla sanatçının her bir verimi, özgün sanatsal ifadesinin tikel unsurları olarak yapıtlarıdır ve Söz’ünün oluşturucu öğeleridir, denilebilir. Ancak sorun, son kertede dil’in ve sözcüklerin temsiliyet yeteneğine, temsil ufkunun menziline bağlanacaktır. Yani “çığlık” sözcüğünün, çığlık duygu durumunu ya da masa sözcüğünün, masa diye adlandırılmış somut nesneyi temsil etme, ifadelendirme ve ötekine aktarma noktasındaki işlevleri, sözcük/gösteren ile bu sözcüğün işaret ettiği kavram/gösterilen arasındaki ilişkinin rastlantısal olması ve aktarımın sağlanabilmesi için uzlaşının zorunluluğu nedeniyle, birincil niteliğini yitirecektir. Oysa çizgi veya notalar söz konusu olduğunda böylesi bir durum söz konusu değildir. Çizgi, doğrudan çizgiyi ve “do” sesi de, hiçbir konvansiyona gerek duyulmadan “do” sesini gösterir. Ama herhangi bir dil ailesinde, böylesi bir doğrudanlık yoktur. Masa sözcüğünün, masa nesnesini göstermesi uzlaşımsaldır ve ancak o dil ailesinde geçerlidir. Nitekim aynı somut nesne olan masanın/gösterenin, farklı dillerde farklı sözcüklerle, sentaksı ve fonetiği bambaşka gösterilenlerce imlendiği açıktır. Oysa “do” sesi ya da bir “çizgi”, bütün insanlar için aynıdır; gösteren ile gösterilen arasında bir rastlantı ya da içkin bir uzlaşı yoktur. Yani dünya üzerinde mevcut insan topluluklarının ve onların konuştukları dillerin tamamında, masa somut nesnesi için farklı masa sözcükleri/gösterilenleri varken, “do” sesi ya da “çizgi” için olası bir farklılaşma söz konusu değildir. Somut nesnelerden soyut kavramlara, duygu durumlarına yöneldikçe sorun çok daha karmaşıklaşacaktır. Hangi dil ailesi olursa olsun, kökendeki rastlantısallık ve uzlaşımsallık nedeniyle, soyut kavramlar ve özellikle duygu durumları açısından, sözcüğün/gösterenin imlediği kavramın, duygu durumunun, yani gösterileni temsil etme yeteneği, yetkinliği vs. son derece tartışmalıdır. Örneğin “çığlık” sözcüğünü ele alırsak, bu sözcüğün gösterdiği gerilimli duygu durumunu aktarıp aktaramadığı, ifade edip edemediği ve temsiliyet yeteneği oldukça belirsizdir. Yani “çığlık” dediğimizde, sözcüğü tümce içerisinde kullandığımızda ve olası bir anlamlandırmayı, anlam aktarımını ve iletişimi murat ettiğimizde, sözcüğün, duygu durumunun içerdiği gerilimi, nüansları vb. öğeleri, iletiyi alacak, anlamlandırmayı yapacak özneye aktarıp aktaramadığı tartışmalıdır. Bu belirsizlikten ve tartışmalı durumdan kurtulmak, temsiliyetin niteliğini yoğunlaştırmak, aktarımın tamgüçlülüğünü sağlamak için çeşitli denemeler yapılabilir, yöntemler bulunabilir. Özellikle dil ile yaratılan ve yukarıda sıraladığımız gerekçeler nedeniyle, uzlaşım ve rastlantı handikaplarına sahip yapıtlarda, dilin özel kullanımlarıyla kısıtlılıktan kurtulmanın, deneyimi daha etkin aktarabilmenin, temsiliyeti güçlendirmenin yolları aranmıştır. Örneğin şiir söz konusu olduğunda, şiirin kurucu ve asal öğeleri olan, dilin özel kullanımı sonucunda oluşan mecaz, metafor vb. unsurlarla ve imge yaratılarak, imgelemdeki çağrışım olanakları çoğullaştırılarak, adı şiir dili olan “yeni” bir dil oluşturularak algı deneyiminin bu kısıtlılıklardan kurtulması sağlanabilir. Dolayısıyla şiir, dilin uzlaşımsallığını ortadan kaldırıp, gösteren ile gösterilen arasındaki rastlantısal ilişkiyi imgelemin çağrışım olanaklarıyla yoğunlaştırarak, çeşitlendirerek ve yeni bir dil yaratabildiği için, uzlaşımsallıktan özgürleşebilmenin belki de tek yoludur. Bu yolu, yani şiiri; şiir tekniğini kullanarak ve diğer sanatlarla da ilişkilendirerek temsiliyetin gücünü yoğunlaştırmak olanaklı hale gelebilecektir. Asıl uğraşısı şiir olan birisi olarak, bu yönseme içerisinde çeşitli çalışmalar yaptım. Özellikle temsiliyetin niteliği, sanatlar arası malzeme ilişkiselliği ve belki de en çok dilin, insan deneyimini aktarmadaki acizliğini ortaya koyabilmek için, “çığlık” sözcüğünü odak alan ve    kolaj tekniğiyle bir şiir ürettim. Bu şiir, kişisel olarak çok değer verdiğim ve çizimlerinden etkilendiğim Kathe Kollwitz’in bir figüründen kökenlendi. Çığlık dendiğinde, popülerleşen ve herkesin anımsadığı Edvard Munch’un tablosu yerine, Kollwitz’in desenindeki trajik yoğunluğun etkisiyle ve caz müziğinin özgün icra tarzlarından olan jam session’un enerjisiyle, doğaçlama ve akış halinde bir şiir “söyledim.” Bu şiire, “çığlık” adını verdim ve sözcüğün, sözlükteki karşılıklarını da kolajlayarak ekledim. Şiirin açılışı sözlük alıntısıyla başladığında, dil dizgesinin kabul ettiği ve sözlükte tescil edilmiş uzlaşının, bu güçlü duygu durumunun aktarımında ve temsiliyetin oluşumundaki yetersizliği, ilk andan itibaren ortaya çıktı. Şiirin yarattığı imge, sözlük karşılığıyla ilişkilenirken, Kollwitz’in desenindeki çizgilerin oluşturduğu gerilim üç farklı algı deneyimini ve eşiğini işlevselleştirdi. Şiir, sözlükteki uzlaşımsal karşılığın mantığını imha edip, imgelem üzerinden yeni bir dil ve çağrışımsal anlam alanları yaratırken, Kollwitz’in desenindeki trajik vurgu olası algı deneyimini, bu bağlam içerisindeki sınırların son noktasına taşıyordu. Ancak yine de “çığlık” halinin, desendeki figürün suretinde cisimleşen duygu durumunun “aktarılabildiğini” savlamak, mümkün görünmüyordu. Çünkü aktarım, kullanılan araçların birincil ve ikincil nitelikleri, akış halinde oluşturulan bütünlük, imgelemin anlam üretmeye kışkırtılması vb. unsurların tamamı, desendeki figürün suretinde göze gelen ifadeyi, çığlığın içkin ve ontolojik karşılığını dışa vurmaya yetmiyor ve bu ifade, ancak belli bir yaklaşım oluşturabiliyordu. Yaklaşımın, “çığlık” halinin ne kadarını aktardığını, aktarılanın öteki ben’lerde yaratacağı karşılıkların neler olabileceğini tahmin etmek ise olası değil. En bütünlüklü ifadenin, kolaj tekniğiyle ve çok öğeli ilişkilendirmelerle oluşabildiğini düşünsek bile, mutlak ve birebir aktarımdan söz edilemez. Bu durumda ne yapmak gerekir? Yetinmeli mi? Yoksa sınırı test ederek, ilerlemeye mi çalışılmalı? Durmak, ölümle hısım olduğuna göre, biz devinimi ve ilerlemeyi, sınırları daha da zorlamayı deneyeceğiz. Bu deneyimin ve istemimizin kaynağı da yine resim ve yakın zamanda gerçekleştirilen bir sergi olacak. Ressam Tayyar Eren, “Acı, Öfke, İsyan” adını verdiği son sergisini, Kasım 2015 tarihinde, Ankara’da, Gözde Sanat Galerisinde gerçekleştirdi. Bu sergide sunulan işler, metnimizin başından beri vurguladığımız ve Kollwitz’in deseninden çıkış alan kolaj şiirimizin de oluşmasına neden olan bütün gerilimleri yeniden ele almamızı sağladı. Tayyar Eren, sergisinde figüratif ve daha çok portre ağırlıklı çalışmalarını sunmuştu algılayıcısına. Genel olarak dramatik gücü ve dışavurum etkisi yoğun bir sergiydi söz konusu olan. Özellikle portrelerdeki “suretlerin” ifadeleri, algılayıcıyı “rahatsız, huzursuz” edecek nitelikteydi. Göze gelen insanımsı organizmaların uğradıkları mutasyon, kökendeki ontolojik metamorfozun, tersinen bir evrim sürecini imlediğini düşündürüyordu. İnsan, acıyla ve bu acı karşısında, bireysel olarak kaçınılmaz olan edilgenliğin verdiği öfke ile sadece çığlık atabilen bir organizmaya dönüşmüştü. İsyan, söz konusu bile değildi. Çünkü herkesin mikro yalnızlıklara gömüldüğü günümüz dünyasında, olası bir isyanın komünal bilinci ortadan kalkmıştı. Portreler, bu dönüşümün belgelikleri sayılabilirdi. Her şeyin hızla buharlaştığı, değerlerin değersizleştiği, büyük anlatıların sonunun geldiği günümüzde, İnsanın uğradığı mutasyon, bütün öğeleriyle birlikte yeni bir organizmayı tanımlıyordu. Bu organizma, İnsan olma niteliklerinden hızla uzaklaşarak, tüketim çılgınlığının kalabalık ıssızlıklarında yitirmişti varlığını. Tayyar Eren, İnsan’ın dönüştüğü bu organik formun suretlerini göze getirirken, çığlık atan ben’in içinde bulunduğu varlık halini ve trajik vurguyu etkili tekniği, boya ve renk kullanımıyla, çığlığın varoluş kipine dönüştüğü an’ın görselliğini ifadelendiriyordu. Aynen Kollwitz’in desenindeki figürün somutlaşan ifadesi gibi… Bu analojinin en önemli farkı, “İnsan” ve mutasyona uğramış “insanımsı organizma” ilişkisiyle belirlenebilecektir. Kollwitz, bir dünya savaşı ve kitlesel kırımların sonucunda, mutlak acı içerisinde olsa bile İnsan’a daha yakın, daha “benzer” bir figür betimlemişti. Oysa geçen zaman içerisinde, belki de hiçbir şey değişmediğinden veya daha da kötüleştiğinden, mutasyon erginliğini tamamlamış ve İnsan, dönüştüğü mutant organizmanın bir türevi olmuştu. İki sanatçı da acı odağında ve acı içerisindeki İnsan’ı plastik öğelerle göze getirmişlerdi. Elbet ki bir temsil söz konusuydu ve bu iki “farklı” temsilin neliği, metnimizin içeriğini oluşturan ana meseleye eklemleniyordu. Dolayısıyla iki ressamın çalışmaları, bütün farklılıklarına rağmen ortaklaşan ve uzlaşı gerektirmeyen birincil dereceden malzemeyle cisimleştirilmiş bir dışavurumun, plastik ve görsel sonuçları sayılabilirdi. Bu görsel ifadeler, çığlığın sözlükteki uzlaşımsal karşılıkları ve şiirin özgün imgelemi bir araya geldiğinde, birlikte düşünüldüğünde bile çığlık diye adlandırılan gerilimli duygu durumunu yetkin ve yeterli şekilde temsil edebilmiş, aktarabilmiş sayılabilir miydi? Sorumuzun, tekil ve kabul görecek yetkinlikte bir yanıtının olmadığı, olamayacağı çok açık. Ancak bu çoğul ilişkilendirme ve temsiliyet durumu, dilin uzlaşımsallıktan kaynaklanan acizliğini, ifadenin kaosunu ve anlamlandırma çabasının sanatlar arası ilişkiselliğini vurgulamak için önemli bir olanak yaratmıştı. Dolayısıyla Kollwitz’in deseni, çığlığın sözlükteki karşılıkları, şiirin olanaklarıyla yaratılmış poetik imge ve bu sürecin dışavurumu olan betim, şimdi Tayyar Eren’in tablolarıyla ilişkilenmişti. Bu ilişki, algı deneyiminin ufkunu olabildiğince geniş bir spektruma yayarken, İnsan’a ve varoluşa dair ifade edilmek istenen her olgunun kaosu deriştirmekten başka bir sonucu olmadığını da gösteriyordu. İnsan, dil’e mahkum bir canlı olarak kendiliğini ifade edecek araçların yetersizliği karşısında, mutlak olarak çaresizdi!.. Bu çaresizlik dil’in, plastik ve görsel  imgenin,  sanatsal ve poetik çağrışımların ortaklığıyla aşılabilir mi, emin değiliz? En azından “denemek” istiyoruz. Şimdi, bütün ifadeleri kolajla ilişkilendirip düzenleyerek, kaostan kurtulmayı, mümkün ise anlama ulaşmayı arzuluyoruz. İnsanın özgürleşmesi, bu özgürlük istemin kökenindeki eksiklikten, yoksunluk, yoksulluk ve acı ile yüzleşmeden geçiyor sanki. Karanlık ve umarsız tarafın, temsil edilemeyenin çağrışımlarının, temsil etmek ve iletişim için kurulan zorunlu uzlaşıların dışında, ötesinde, berisinde bir özgürleşme umudu olabilirse, bu umuda yakınlaşmak arzusundayız. Başlıyoruz:

 

Käthe Kollwitz’in Bir Figürü İçin Jam Session :Çığlık… Çığlık… Çığlık

 

 a 

 

Çığlık: a.1. Acı acı veya ince ve keskin bağırma. (TDK Sözlüğü)

                

ölümle göz göze geldiğim an gördüğüm bir çığlık yokluğun sayrı piçleri eğlenirken acılarımla duyduğum bir çığlık tarih bilmez yazgısında fısıltının künt ve acımasız zamanlarda bir ağıt kimsenin duymadığı ve duyamayacağı ince ve keskin feryat bir çığlık kulak tırmalayan korkunç ses sesin ses olmadığı tanımsız tını ölümün gözbebeklerinde yankılanan savaş artığı milyonlarca kafatası hangi yüksek ideali ululardı gördüklerinden utanan gözlerim iki sırsız kuyu gibi batarken yüzüme bir çığlık içinde ölü yüzlerin çoğaldığı acının görkemli tanığı bir çığlık suya düşen bulut toplu mezarlarında uygarlığın çürüyen köhne bedenler darağacı söylenceleri gibi ipin tenine sızan gülümseyen ya da ağlayan bir çığlık

  

Çığlık : a.2 Kulak tırmalayan korkunç sesler  çıkararak acı acı bağırmak.  

                                                                                                                    (TDK Sözlüğü)

 

b

  

Çığlık : a.2 Kulak tırmalayan korkunç sesler  çıkararak acı acı bağırmak.     

                                                                                                               (TDK Sözlüğü)

 

zamanın tortusuydu çürümüş bakirenin korkunç kanı sırıtırken ölümün öğleüstü saatlerinde salyalar saçan güneş kurtlanmış saç diplerini aydınlatıyordu yoksulluğun katıksız şöleninde sözcüklerin döküldüğü arı umutsuzluk nereye gitsem gözyaşları bırakmıyordu inmeler toplamı belleğimi çorak ve çarpıtılmış yanılsama kabusların tören öncesi betiği gibi bir çığlık açların tragedyasında korkunç bir dekordu gökyüzlü periye sorduğum bir çığlık insanlığın yüzüne bulaşmış veba neyin yanıtı ya da sorusuydu beynimi kollarına dolayan bu kahin hangi sözüyle esenliğe ulaştıracaktı kavmimi erincine sığındığım sırnaşık okyanus eprimiş rüzgarların apış arasında savrulan bu çığlık yelkenleri patlamış orman ölüleriyle coşan bu kabus beni en dibe çeken bu ağırlıksız kabus bir çığlık seyyah an’ın kıyısında sırıtan denizkızının dediği ölümsüz dirimsiz bir uçurum kalıtı güneşe tenha bir bilinçsizlik yani bir çığlık.

 

 Çığlık: a.1.  Bir kimsenin çıkardığı eklemlenmemiş ve güçlü ses, feryat. (Büyük Larousse , s.2670, Cilt 5)

      c     

  Çığlık : a.2 Kulak tırmalayan korkunç sesler  çıkararak acı acı bağırmak.                              

                                                                             (TDK Sözlüğü)

 

 terkisinde gecenin ürperdiği hiç gelmeyecek olanın muştusu bir çığlık kulakların ve ağızların parçalandığı şaşı bir martının şaşkınlıktan ağladığı bir çığlık hem sanki niye intihar etmişti bunca bulut bilinmiyordu ki nereye giderdi bulut ölüleri yolunu yitirmiş sanal gezgin çıldırtırken otoyol tanrıçasını konakladığım asfalta   sinmiş cesetlerini toplardım korkulu gözlerin büyümüş ve yuvalarından fırlayan kan dolu

gözlerin korkulu cesetlerini biriktirip avlusunda tarihin ağlardım ağlayışım öncülüydü yokluğun kan buharlaşıyordu ve çaresizdim “ölün ve öldürün” diyen buyruğu kurban ederken kır çiçeklerine yok olma arzusunun öznelliği üzerine önce susup sonra söyleşiyordum ölüm meleğimle ve onun ilk sözüydü bu çığlık bilmeden koştuğumuz hangi cehennem çağırmıştı bizi gök niçin boğuluyordu ve niçin savaş meydanlarının boğuntusuyla bezenen bir çığlık durmadan cisimleşiyordu

   

Çığlık: a.2. Bir kimsenin haykırarak söylediği kısa sözler, birbirini izleyen kısa cümleler. (Büyük Larousse , s.2670, Cilt 5)

 

 e

 

mavinin çatı katında suretlerimi asıyordum umarsız bekleyişin artık imi hayatın kıraç rahminde devinirken hangi söz neye yanıttı bilinmiyordu gözyaşlarına bulanan bu cin hangi hiçlikten sürgündü ve yokluğun kan tutmuş gözlerinde çırpınan içimdeki  boşluk duygusu hangi hayvanın kamaşmış gözleriydi…

bu çığlık karanlıkları çoğaltan zifire dönüşmüş usta bir burgaç okyanus diplerinde dolaşırken ter ve tuzdan oluşan bir simya

nereye baksam katılaşmış yokluk ve belki de ölüm bir çığlık kötürüm bir özgürlük yanılsaması gök ve yer karanlık ve aydınlık

aklın iyilikçi tanrılarının sırrını koruduğu bir çığlık beynimdeki paslı çivi utandığım tarih ve bu kent çürümenin varsıl bedeni…

bir çığlık

 

Çığlık: a.3Birden bire ortaya çıkan yoğun bir duyumun, bir duygunun etkisiyle bağırmak, acı acı haykırmak, feryat etmek. (Büyük Larousse, s.2670, Cilt 5)

 g

 

 

bin soruyla kurtulamadığım sözün incecik teni pörsümüş dünya kalıtı kaybolduğum sarsak bir hayat gidemeyen gezginlerin ölemeyen ölülerin ağıtı damarlarında paslı jiletlerle dolaşan ellerini yüzüne saplamış müntehir kımıltısız bir öğleüstü cinnetinde kudurup kusarken öfkesini boğuluyorum ve tükenmeyen bu bekleyiş neden sırıtmakta bilmiyorum parçalanmış belleğimi savuran bu çığlık neden hangi acının öz kardeşi gördüğüm göremediğim duyduğum ama duyamadığım sanki her şeye ad olan… bir çığlık.

 

Çığlık : a.4. Güçlü ve sürekli bir soluk vermenin  ürünüdür. Gırtlak ve yutakta titreşime neden olur. (Büyük Larousse, s.2670, Cilt 5)

 f

 

ateşin ve ısının ilminde yanmanın ne demek olduğunu bilmeden yandığımız bir çığlık coşkulu ve kederi tuza işleyen artık bir deniz ölüsü Prof.Kien’in korsanları ve kalyonları ve bungun denizcilerin hayaletleriyle…

bir çığlık oysa hala bilemiyorduk biz kimdik kaç kişiydik nereden gelmiş ve nereye gidiyorduk kaburgalarımızda kuş ölüleriyle

hangi kıtayı arıyorduk bu sürgünlüğümüz nedendi kimdendi küskünlüğümüz ve bu çığlık aklın anaç uysallığında ve adlandırılamayan öfkemizle kardeş sonsuz çayırlarını tırpanlarken göğün-ki en büyük şaşkınlığımızdı gök- en ücra köşesinde kendimizi vurduğumuz metalik gök ay tenha ve çöl tekinsiz güneş rüzgarlarda unutulmuş bir çığlık tarihin kara taşlı duvarlarında yankılanan yokluğun ürpertici sesi bir çığlık…

 

Çığlık: a.2 Kulak tırmalayan korkunç sesler çıkararak acı acı bağırmak. (TDK Sözlüğü)

 

d

göçmüş ulakların usta gizemi eski zaman şairlerini dillendiriyordu ölümle göz göze geldiğim an şaşkın ve şaşırmış soruyordum

bu çığlık… gördüğüm duyduğum bu çığlık yani…

 

Çığlık: a.2.

 Bir kimsenin haykırarak söylediği kısa sözler, birbirini izleyen kısa cümleler. (Büyük Larousse, s.2670, Cilt 5)

 f

 Çığlık: a.3.

Birden bire ortaya çıkan yoğun bir duyumun, bir duygunun

etkisiyle bağırmak,

acı acı haykırmak, feryat etmek. 

                                      (Büyük Larousse, s.2670, Cilt 5)             

 

 

(1)-Ludwig Wittgenstein, Tractatus, s.129, Çeviren: Oruç Aruoba, BFS Yayınları, 1.Basım, Mart 1985, İstanbul

(2)-Melih Cevdet Anday, Güneşte, s.13(“Kardelenler” adlı şiir), Adam Yayınları, 2.Basım, Haziran 1990, İstanbul

 

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir